Önceki yazıda, birtakım aktüel -seküler- yobazlıkların vesilesiyle; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş dinamiklerine, perde arkası fonksiyonlarına ve Diyanet işlerinde önder kılınan kritik şahsiyetlere dokunmuştuk. Sonrasında klasik medreselerimizin kısaca hakkını vermeye çalışmış, sanılanın aksine kalifiye birer kültür merkezi olduklarını belirtmiştik.
Önemini vurgulamak adına kısmen tekrarlayalım:
Medreseler bugünkü durumundan çok daha şaşaalı, randımanlı ve karizmatik bir profile sahipti. Güçlü ve kapsayıcı bir tedris mekanizması işliyordu. Din ilimlerinin yanında tarih, edebiyat, hukuk ve hikmet dersleri okutuluyor, ilaveten mantık, fizik, matematik, biyoloji, geometri, astronomi ve kimya gibi ilimler talim ediliyordu. Ayrıca devlet ricali tarafından, devir devir ilmî yenilikler takip edilir ve gerekli ‘’tadilat’’ yapılırdı. En kalburüstü medreselerin olduğu şehirler, tüm dünyada büyük alaka görüyordu. Modern okulların aksine, tek bir gencin dahi ziyan olması istenmiyordu. Külliyeler her ihtiyacı karşılayan kompleks yapılardı. Talebeler, burada hem entelektüel hem estetik bir kimlik kazanırdı. Müslüman elitler tüm orijinalliğiyle burada yetişirdi…
Velhasıl, vaziyet yaklaşık 500 sene, merhum Sultan II. Mahmud’a kadar sürdü.
Daha sonra Tanzimat’a uğradık.
Tam burada, Paris büyükelçisiyken masonluğa adım atan Mustafa Reşit Paşa’yı hatırlayalım. Paşa, müthiş vizyonuyla devreye girdi. Londra’yı kıramayıp, asırlardır medreselerde okutulan fen ilimlerini müfredattan kaldırdı. Öbür taraftan Reşit Paşa’nın aveneleri de boş durmadı. Tescilli birer mason olan Talat, Fuat ve Mithat üçlüsünün etkisiyle yeni stil okullarda din dersleri azaltıldı. Netice itibariyle bir uçta fen yobazları çoğalırken, öbür uçta din cahilleri peydahlandı. Her iki kutup da kendi bağnazlığında hapsoldu…
‘’Hasta adam’’ı öldürecek pasif ötenazi formüllerinden biri de buydu.
Nitekim ‘’eğitim’’ kisvesiyle en zehirli mürekkepleri yalayan koca millet, öz halifesine ve öz devletine düşman kesilecek hale geldi. Üzerine oynanan kumarları göremedi. Görse de elinden bir şey gelmedi. Sözüm ona modern bir tarzda eğitilen nesiller, memlekete salınan maskeli ideologların, ajan provokatörlerin kuklası oldu. Kifayetsiz muhterisler, güya din ve millet namına lüzumsuz savaşlara heves ettiler. Batıcısı, Türkçüsü, Neo-Osmanlıcısı, İslamcısı vesaire; birbirleriyle politik çerçevede bağdaşamayacak ithal kliklerin tümü, muazzam bir devleti hurdaya çevirdi. Din adamları bile hakkı bâtıldan ayıramadı. Birkaç zaman sonra boyunlarını kıracak olan dış destekli zümreye ön ayak oldular. Başlarını, dillerini, mazilerine kesecek kiralık elemanları ‘’kahraman’’ yaptılar…
Sonrası ayrı konu, geçelim.
Meramım şu:
Şöyleydi böyleydi derken, Modern Türkiye’yi kuran güdümlü zihniyet, sosyal dehamıza yeni bir ‘’Diyanet’’ anlayışı bulaştırdı. Din idrakindeki ‘’ dünya’’ konumunu, bu husustaki incelikleri ve onun nüfuzunu eksik yorumlayan izdihamlar üredi. Azgın cehalete karşı diyanet işlerimizi korurken, diyanet işlerimizi kıraçlaştıran asıl dinamikleri gözden kaçırdık. Asırlar boyu global çapta profesyonel bir politika metaı olarak kullanılan ‘’din’’ mefhumunu; kuru, kambur, kısıtlı bir fetva formuna sıkıştırdık.
Hâlbuki aklî ve naklî ölçüleri kucaklayan en kâmil tavrıyla din; ilim demekti. Ve ilim, tahrife uğramamış İslâm dünyasından, tüm bâtıl evrenlere sunulan kuşatıcı bir hediyeydi. Saf ve selim akılların mutlak ideal yolunda çoktan aştığı bir vasıta olarak, tüm nasipsiz ötekilere bahşedilen büyük bir ikram…
Ne acı:
Bugün o dev aşkınlıktan fersah fersah uzağız.
Ve bizi hiç anlamayacak olanlara kendimizi yanlış anlatmaktayız.