Sinemayı kendi kıstasları içerisinde ele aldığımızda belli başlı konuların ön plana çıktığı malum. İzleyici açısından olduğu kadar üretim araçları ve yöntemleri de meseleyi şekillendiriyor. Nereden baktığınıza göre değişir yani.
Öyle bir pencere ki, görünenin görüneni…
Ve öyle bir görünen ki, pencerenin penceresi…
Neresi?
Sinema görsel sanat mı? Öyle olduğundan emin olduğumuz kadar olmadığına da garanti verebiliriz.
Görmek ve bakmak arasındaki farktan, anlamak ile kabul etmenin ilişkisine uzanan bir taşlı yol…
Gösteren sinemada en fazla görünen elbette oyuncular… Yani, gördüğümüzün görüntüsü. Ve elbette görünür olmayanın da görüntüsü. Ve yine görünmeden görmemiz istenenlerin görünmeyen kısmı…
Oyun oynamanın insan hayatındaki yerine bakalım…
Kişisel gelişimden toplumsal dokuya uzananlar yelpazenin en baskın renklerinden biri… Oyun kurmak ile oyun bozmak kavramlarını düşünelim…
Peki, sinemada kastedilen oyunculuğun bunlarla irtibatı var mı?
O hale oyunculuk bir oyundan mı ibaret?
Böyle bir soru, sinemanın da hakikatten uzak ya da tam tersi derinlemesine hakikatin içinde olduğu sonucunu doğurur.
İşte tam da bu hayati noktada oyunculuk, post modern zaman ve teknolojinin de getirdiği nokta itibariyle ontolojik bir hale bürünüyor.
Var olup olmaması değil, nasıl var olduğu hususu…
Oyunculuğu güzel kız, yakışıklı erkek ve çarpıcı bakış veya cinsel gösterile bağlı unsur olarak gören popüler algının altını elbette bu cümlelerle dolduramayız.
Dolmasın da zaten…
Boşaltmalıyız…
Görmek istediğimizi bize vermenin peşinde olan üretim ile sadece verileni (gösterileni) var kabul eden tüketime yem olmamalıyız.
Evet, oyunculuk çok mühim. Ama oyunculuk sadece gördüğümüz değil, göremediğimizdir de…
Bir oyuncunun performansı sadece kendinin performansı değildir.
Bütünün parçası ve parçanın bütünü…
Bu bağlamda hayatını oyuna ve oyunculuğa adamış insanlara saygı duyuyorum. Duymalıyız…
Oyun değil bu iş…
Bir de bu çerçeveden bakmalıyız…