Ne çok seviyoruz başkaları hakkında konuşmayı, dışarıda bırakmayı, dışlamayı, bize benzemeyen herhangi bir tarafını görüp ya da bulup da ötekileştirmeyi çok seviyoruz. Belki de insan olmanın noksan yanlarından biri budur. Zira sadece bizde yok bu maraz. Her yerde ve herkeste var. Ama bizim bir farkımız var ya da diğerleri gibi olmamak diye bir iddiamız var. Onun için kusur bulmak, görmek ve ifşa etmek kusurdur bizim dünyamızda. Öyle olmalı en azından.

Benim inancıma, kutsalıma, mukaddes bildiğim her ne varsa ona hakaret etmedikçe kimsenin günahını sorgulamıyorum. Kimseyi bunun için yargılamıyorum da. Zira bu benim ne işim ne de haddim. Ben kendi günahımla baş etmeye çalışıyorum. Daha açık söyleyeyim “benim derdim bana yeter” ve tam da bunun için afişe edilmeyen, meşrulaştırma gayreti olmayan ve normalleştirilmeye çalışılmayan hata, kusur ve günahıyla ilgilenmiyorum kimsenin. Noksan tarafını, eksik olan yanını, kusurunu değil de iyi olanını, güzelini görmeye gayret ediyorum.

Peki ama ne oldu bize de insanların günahlarını yargılar olduk? Cânım kâri, önceden böyle değildik biz. Böyle yapmaz ve böyle yaşamazdık. Kırmızı çizgilerimiz elbette vardı ve halen dahi var. Ama kimsenin kırmızı çizgilerine de basmaz, had bildirirken haddi aşmazdık. Şimdi ise başkalarının kusurlarını söylemekten kendi kusurlarımıza kör oluyoruz. Ve bence insan en çok kendi kusurlarına kör olur. Sonra öyle bir hal olur ki insana, yanlışlarını doğru zannetmeye başlar. Onlar doğruymuş gibi yaşar, öyle inanır. Ve hatta kendi doğru bildiklerini yani aslında yanlış olanları yapmayanları ve onların hallerini yanlış sayar. Ve değiştiremediğini ötekileştirir, kabul etmez, sevmez ama kusurlarını, hatalarını sayıp döker. Oysa gelenek yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmeyi nasihat eder bize.

“Neden böyle oldu?” sorusuna daha evvel şöyle cevap vermiştim: “Çünkü unutturuldu. Gönül dünyamızı talan ettiler. Öyle bir hastalık saldılar ki değil tarihimizi kendi ismimizi bile unuttuk. Nereden geldiğimizi, nereli olduğumuzu, atamızı, dedemizi, davamızı derdimizi unuttuk. Aradan çıkıp da halen dahi o hastalığın pençesine düşmeyenler de elbette oldu ve onlar hep bu davanın derdiyle yandılar. Ama bunu sonrakilere anlatmak o kadar da kolay değildi ve olmadı da zaten.”

Mehmet Görmez Hoca bir makalesinde Osmanlı hoşgörüsünü anlatırken şöyle söylüyor: “1492 yılında İspanya ve diğer ülkelerden kovulan Yahudiler’i sadece Osmanlı İmparatorluğu kabul etmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti’nin Avrupa, Asya ve Afrika’daki topraklarına sığınmışlardır. Bernard Lewis 1523’te İspanya’dan kovulmanın henüz belleklerde taze olduğu ve hâlâ kaygı uyandırdığı bir dönemde Eliyahu Kapsali adlı bir Yahudi tarihçinin tuttuğu günlükten şunları nakletmektedir: ‘Sultan Bâyezid İspanya kralının Yahudiler’e yaptığı bütün kötülükleri duyup onların sığınak aradıklarını öğrenince hallerine acıdı. Bunun üzerine ülkesinin her tarafına özel görevliler göndererek kendisine bağlı eyaletlerdeki valilerin Yahudileri almama veya sürgün etme yoluna gitmemeleri, tersine onlara kucak açıp eyaletlerine kabul etmeleri gerektiğini duyurdu ve bu emri yazılı hale getirdi. Böylece ülkesinin her tarafındaki bütün insanlar Yahudiler’i iyi karşılayıp gece ve gündüz korudu. Yahudiler’e kötü davranılmadı ve hiçbir zarar verilmedi.’ Burada Eliyahu’nun ispanyol Yahudi’si veya Osmanlı tebaası olmayıp Venedik Cumhuriyeti’ne bağlı bir Yahudi olduğunu hatırlatmak gerekir.”

Hatırlatmak gereken daha çokça şey var esasen lakin bu kadarı bile kifayet eder kanaatimce. Ama şu da var; yukarıdaki örnekteki gibi olur muyuz yine? Elbette oluruz, birbirimizle uğraşmayı, küçük hesapları, kusur bulup, günah araştırmayı geçip büyük hayaller kurmaya başladığımız gün elbette oluruz…