Cennetten doğar bir nehir, dünyaya uğrar bir süreliğine tekrar cennete akarken. Mâverânın sâfiyetini taşır. Cennetin kokusuyla tanıştırır kıyısına uğrayanları. Bir ikramdır. Arınır suyundan bir yudum içen.

Biz, yani ben, sen, o, öteki, beriki, yani bir süreliğine burada bulunan faniler. Yani doğduğunda cennet kokusu taşımaktayken dünyanın kiri pasıyla sâfiyetini yitirenler. Haset edenler, verilene razı gelmeyenler, doyumsuzlar, açgözlüler…

Misafirliği sona erip gerçek yurduna göçerken, yanında buraya ait bir zerre bile götüremeyeceğini bile bile kendisine tevdi edilen emanetlere sahiplenenler. Elde ettiklerini kendi çabalarının ürünü zannedenler.

“Ben” putuna tapanlar. Varsa yoksa kendileri için yaşayanlar. Bir yudum dünya için gönül kıranlar. Dilinden nefret ifadelerinden başka bir şey dökülmeyenler. Sevgi nedir bilmeyenler.

Gözünü hırs bürüyenler. Bir karış toprak, bir lokma ekmek için birbirinin canına kıyanlar. Fakirin, yetimin hakkını gözetmeyenler. Sahibi olduklarını zannettikleri dünyalıkların üzerine kapanıp kaybetme endişesiyle kendinden geçenler.

Kula kulluk edenler. Menfaati uğruna yağcılıktan, yalakalıktan, ikiyüzlülükten çekinmeyenler.

Gözleri olup görmeyenler. Kulakları varken işitmeyenler. Kalpleri olduğu halde fehmetmeyenler. Belhumadal yani.

Yazmakla bitmeyecek kadar çok aldanış içinde olanlar.

Biz işte…

Gafil ve cahiliz…

Merhametlilerin en merhametlisi Rabbimiz kıyamıyor biz gaflet içinde vaktini geçirenlere. O, kullarının kendisine yakınlığından hoşnut oluyor. “Cennetten size gönderdiğim Ramazan nehrinin kıyısına inin en azından senede bir ay” diyor. “İnin ve yıkanın, en saf haliyle size gönderdiğim sudan için, arının, kurtuluşa erenlerden olun.”

Ramazan her sene gelip giden bir takvim ayından ibaret değildir. Bir nehirdir, bir iklimdir. Sürekli akar.

Orucu tutmakla kalmayıp tutunanlardan oluruz inşallah…