Şiiri nesirle açmak gibi bir kabiliyetim olsaydı Mehmet Akif İnan’ın “Mescid-i Aksa” şiirinin açtığı anlam dünyasında kendimi kaybedebilirdim.
Şiir gerçekten Giorgio Agamben’in dediği gibi “meleklere özgü bir yaratma biçimi” ise şairler başka bir mevkide duruyorlar zira.
O ne diyordu?
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu
Varıp eşiğine alnımı koydum
Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu
*
Gözlerim yollarda bekler dururum
Nerde kardeşlerim diyordu bir ses
İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin
Unuttu mu bunu acaba herkes
*
Burak dolanırdı yörelerimde
Mi’raca yol veren hız üssü idim
Bellidir kutsallığım şehir ismimden
Her yana nur saçan bir kürsü idim
*
Hani o günler ki binlerce mü’min
Tek yürek hâlinde bana koşardı
Hemşehrim Nebi’ler yüzü hürmetine
Cevaba erişen dualar vardı
*
Şimdi kimsecikler varmaz yanıma
Mü’minde yoksunum tek ve tenhayım
Rüzgârlar silemez gözyaşlarımı
Çöllerde kayıp bir yetim vahayım
*
Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde
Götür Müslümana selam diyordu
Dayanamıyorum bu ayrılığa
Kucaklasın beni İslam diyordu
Evet, hâlâ akılım yerindeyse bunun sebebi belki de yeteri kadar derinlerde algılayamayışımdır bu mısraların haykırışını.
Herodot’un 2500 yıl önce yazdığı tarihinde Suriye Filistin’i dediği ve 11 bin yıl önce ilk tarımın yapıldığı medeniyetin kalbi yeniden ateşler içinde.
“Sonunda özgür insanlar olarak kendi topraklarımızda yaşayacağız ve evlerimizde huzur içinde öleceğiz. Özgürlüğümüzle dünya özgürleşecek, zenginliğimizle zenginleşecek ve büyüklüğümüzde büyüyecektir. Ve kendi refahımız için başaracağımız her şey, insanlığın iyiliği için bir yarar sağlayacaktır.”
Modern Siyonizm’in kurucu babası Theodor Herzl, kurulmasını arzu ettiği o Yahudi devletini bu sözlerle savunuyordu.
Oysa Orta Doğu’ya acı ve gözyaşından başka hiçbir şey veremedi o nevzuhur, köksüz icat; Osmanlı’nın 1517’den 1917’ye kadar verdiği tam 400 yıllık huzurdan sonra.
Bu toprakların Yahudilere verilmiş bir vaat olduğu da kocaman bir yalandı oysa.
Tıpkı Samiri Yahudileri lideri Haham Abdülmuin Sadaka’nın dediği gibi: “Dinimizde mabet diye bir şey yoktur. Sadece toplanma çadırı ya da mesken vardır. Toplanma çadırı da Kudüs’te değil, Cerzim Dağı üzerindedir. Kudüs’ün bizim geleneğimizde hiçbir yeri yoktur.”
Bugün İsrail’de yaşıyor olmalarına rağmen bu nevzuhur icadı bir “devlet” olarak kabul etmeyen dindar Yahudilerin sayısı da yaklaşık %40’lar civarındadır bugün; ateist olanları saymıyorum bile.
Zira onlar için bu sözde dinî referansların hiçbir kıymeti bile yok.
Bu icadın, Batı ve Siyonistler için gerçek maksadını anlatan en hakikatli cümleler Lord Curzon’a aittir: “Filistin; Süveyş Kanalı’nı korumak için ihtiyaç duyulan mıntıka, emperyalist stratejinin odak noktası, Hindistan’a ve Musul petrollerine giden yoldur.”
Evet, yaşanan bütün gelişmeler de Curzon’u doğrulamaktadır.
Bugün ABD’li siyasetçiler İsrail için bir ağlama yarışındalar.
“Demokrasinin beşiği” dedikleri ABD, İsrail karşıtlığı konusunda gerçek bir faşizm uyguluyor.
İsrail’in aleyhinde konuşan hiçbir siyasetçinin koltuğunu koruyamayacağı inancı işte bu faşizmin en açık ispatıdır.
Düşünebiliyor musunuz?
BM’nin 110’dan fazla kararıyla da tescillendiği hâlde toprakları işgal edilmiş olanların “meşru müdafaa” hakkı bile yok.
Bu hak sadece güçlüler için mi işliyor yoksa?
Yüz yıldır bitmeyen bir savaş var Filistin’de; gaspçılarla mülk sahipleri arasında.
Bir tarafta “Aksa Fırtınası”, diğer tarafta ise “yalan ve zulüm fırtınası” devam ediyor.
Filistinlileri öldürmeyi bir “ibadet” olarak gören, “hayvan” mesabesinde aşağılayan Siyonistlerden bir merhamet beklemek boşunadır.
Ömürlerinin son demine gelmiş Siyonist askerlerin, yaptıkları katliamları ve tecavüzleri nasıl gülerek övünçle anlattığına çoğumuz şahit olmadık mı?
Cevat Rıfat Atilhan’ın “Filistin Cephesinde Kahramanlar ve Hainler” başlığı hâlâ geçerlidir.
Ve umulur ki Prof. Dr. Tülay Metin’in dediği gibi barışın, nimetin, hamiyetin ve hidayetin kaynağı Kudüs; hilalin ışığında yeniden parlar bir gün cihanda…