McKinsey meselesi elbette Sayın Erdoğan’ın talimatıyla icradan kalktı, bu noktaya tekrar dönmeden ama kendi açımdan da meseleye son birkaç şey ilave ederek, şahsen de kapatacağım.
Konuyu tartışanların ya da bu meseleyi bir “zafer” olarak sunanların kaçırdığı çok önemli bir nokta olduğu konusunda, dün nerede duruyorsam bugün de hâlâ oradayım. Zira gidebileceği yeri göremediğimiz için ne “zafer” ne de “hezimet” denemeyeceği açıktır…
“Erdoğan’a geri adım attırdık” diyenlerin üçüncü bir bakışa daha ihtiyaçları olduğunu -artık bir anlamı ve ispatı olamasa da- düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de -ikna edici olur ya da olmaz- ortaya koymak isterim.
Birincisi: Bir siyasetçi olarak Sayın Erdoğan, bunca yaygaradan ve maksadı çarpıtılan izahatlardan sonra, kendinden ne kadar emin olursa olsun bu süreçten vazgeçmenin daha akıllıca olacağını düşünecek kadar tecrübeye sahiptir. Zira inandığı birçok meselede bunu yapabilmiştir. Toplumda zemin bulmayan hiçbir meselede ısrarcı olmamıştır; bu çok temel meselelerde bile değişmemiştir. Bunu en çok da muhafazakâr seçmen bilir; çünkü her düşünce için uygun bir iklim beklenir, çatışmamak ve acı çekmemek için hatta bölünmemek için.
İkincisi: Durduğum yerden bakanların hiçbiri, “McKinsey mübarek demedi” bunun ispatı gerekir. O zaman ne dedik: Kırk yıldan beri bu ülkede siyaset yapan ve eleştiren kesimin muhafazakâr kısmındakilerin bile tahmin edemeyeceği haklarını geri iade eden bir siyasetçinin, “ülkeyi çöküşe götürecek, IMF’ye teslim edecek” şeklinde haksız ve vefasız olarak yorumlanmasıydı. “Biraz sabır, şer bildiklerinizde hayır olabilir” anlayışına da mensup olanlara seslendik. Bazen zalimin zulmünü engellemek için ona hak etmeyeceği iltifatı hiç yapmadınız mı? Peki değilse bu konuda öncülük edenlerin, kendi iradelerine ve akıllarına güvenerek karşıt görüşlerle bir köprü kurma çabalarını, “Eyvah! Artık geri gelmez, onlardan olacak” diye mi değerlendirmek gerekir/gerekecek.
Üçüncüsü: Zayıf ya da güçlü iken dışa açık olmamanın koşulları çok farklıdır. Evet, geçmişte iradesiz iktidarlar, o meşhur fıkrada olduğu gibi “ip”i başkalarına teslim ettiler. Ama bir devlet ve onun lideri iradesine ve istikametine hâkimse her ilişkiyi olması gereken mecrada yürütmeye kadirdir. Mesele güçlü ya da zayıf olma meselesidir de aslında. Bu, bir iktidara her koşulda “evet” demek olarak algılanamaz; ama “bekle, anla ve ondan sonra yargıla” demenin de ta kendisidir.
Gelinen noktada şu da söylenebilir pekâlâ; artık yazmakta da bir beis olmayacaktır kanaatimce. Bunca yıllık bir siyasetçinin bir olaya hapsedilmemesi gerektiği noktasında da hemfikirsek… Hiçbir hileden kaçınmayan dolar baronlarına karşı yürütülen bir ekonomik savaşta, karşı taraf olarak girişilmiş bir hamle, kendi ellerimizle çökertilmiş olamaz mı? Bu soru belki bir gün Sayın Erdoğan hatıralarını yazdığında anlaşılacak.
Ben Osmanlı’nın Batı ile olan ilişkilerinin de, “güçlü ve zayıf dönem de” diye değerlendirilmesi gerektiğine inananlardanım. Osmanlı güçlüyken içindeki gayrimüslim tebaaları bile kendi davasına hizmet ettirebilmiştir. Oysa zayıfladığında aynı iddiayı sürdüremeyiz.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim. Bu meselede hiçbir “Batı güzellemesi” yapmadan tamamen kendi liderinin durduğu yere güvenerek “biraz sabır biraz da vefa” diyen üçüncü bir durak daha vardı. Fakat onu hiç kimse fark etmedi. Yine “hep ya da hiç”e hapsolduk yani…