Bakkal Ahmet bir Kürt…Eğitimi muhtemelen köy ilkokulundan. Türkçesi tutuk.

Tarzanca İngilizce konuşan birisinin cümleyi, zihninde İngilizceye çevirip, telâffuz ederken ki tutukluk hali gibi.

Derdini rahatlıkla anlatıyor elbette.

Ayıplamıyorum. Ben en fazla üç-beş Kürtçe kelime biliyorum.

Ayıplanacak biri varsa o da benim. Kürtçe bilmiyorum.

Bildiğimi söylediğim kelimelere Kürtçe dediğime de bakmayın.

Dilimize yerleşmiş, ayrıca Divân Edebiyatı’ndan aşina olduğum, Kürtçede de karşılaşınca pekişip aklımda kalan Farsça-Arapça kelimeler aslı esası.

Şimdi aklı evvel biri çıkıp Kürtçeyi yok saydığım anlamı çıkarmasın.

Açık ve net olarak, Kürtçenin Kürtlerin anadili olduğuna itiraz edenlerden değilim.

Yok öyle ‘PKK’dan’, ‘ayıplanmaktan,’ ‘bana bu tavır yakışmaz’ korkumdan değil.

Anadil anlamını yerli yerine oturtan bir Kürt kardeşimle aramızda geçen etkileyici diyalogdan naşi. Belki başka bir yazımda bahsetmişimdir.

Dadaşlar diyarından bu kardeşim şöyle demişti:

“İlhami abe, üniversiteyi kazanıp geldiğimde konuştuğum Türkçeyle alay ediyorlardı. Oysa doğru düzgün bir Türkçe konuşmaya özen gösteriyordum. Alay ediyorlardı, ama bilmiyorlardı ki, ben rüyalarımı Kürtçe görüyordum”

Anadil, anadan öğrenilen dil, ağıt yakılabilen, türkü söylenebilen de dildir ve benim için yeter şarttır ‘anadil’ ve ‘dil’ kabulümde.

Rüya şartını, 1998 yılında bu diyalogdan sonra ekledim ve o yıldan bu yana bu son şart tek başına bile yeterli oldu benim için.

Anandan öğrendiğin ve rüyanda kullandığın dildir anadil.

Kimsenin, ‘sana mı kaldı anadilin kabul şartları’ çıkışması umurumda değil.

Akıl benim, vicdan benim, merhamet benim, kabul benim.

Neyse, Bakkal Ahmet’e tutuk konuştuğu Türkçeden naşi, ‘yâ hû, zorlama kendini Kürtçe söyle, ben anlarım’ diye latife yaparım. O da buna inanıp inanmama arasında gider gelir. Tutuk Türkçesiyle meramını anlatmayı sürdürür.

Ahmet genç bir adam. İki küçük çocuğu var. Her Kürt’ün yaşadığı türden nâhoş birkaç hikâyesi var onunda.

Sıcacık, samimi gülüşü eksik olmaz yüzünden.

Bekâr, yakışıklı kardeşi Vedat’ın internette genç kızlar arasında popüler olması ve bu popülaritesi dolayısıyla kardeşinin evliliğe sıcak bakmayarak, evlilik çağını geçirmesi, zinâya düşmesi gibi endişeleri var Ahmet’in.

Hepimizin çocukları ve kardeşleri için duyduğu endişelerden farksız.

Geçen gün, keyifsiz bir selâmla girdiğim dükkânında, keyifsiz süren alış-verişimi tamamlayıp, kapıya doğru yöneldiğimde iki elinin parmaklarını yelpaze gibi açtıktan sonra parmaklarını birbirine kenetleyerek ‘Aha! Böyle olmuşuz İlhami abe’dedi. Birbirine kavuşturup kenetlediği parmaklarını sımsıkı sıkıp sallayarak ‘söyle abe, bunu kim ayırabilir, kanımız bir olmuş… Çok zor’ diye tamamladı tutuk Türkçesiyle.

Keyifsizliğimin sebebini anlamıştı, ben de onun ne kastettiğini anladım.

Bu türlü karşılaşmaları sadece ben mi yaşıyorum?

PKK yüzünden aralarına mesafe koymamış her Türk ve Kürt arasında benzer diyalogların geçmemesi mümkün değil.

Sevgili Bakkal Ahmet’in söylediğini meclisin kürsüsünden söyleyebilecek bir HDP’li gördük mü? Bu mümkün mü?

Her ne kadar silâh kelimesi kullanmasa da, niyeti ve kastının ne olduğunu anlamamak için ‘dangalak’ olmak lâzım gelen HDP Eş Başkanı ‘Solohaddin’in’ bu çağrıyı yapması için ‘Kürt halkının ferasetinden’ haberdar olmasa gerek.

Yüreğinin sıcaklığı, esmer, güzel yüzüne yansıyan Bakkal Ahmet’in ferasetine sahip olsaydı biraz olsun keşke.

Bu yazının ana fikrini anlamakta zorlanacakların işini kolaylaştırayım.

Kürt ve Türk milletini ayırmak boyunuzu aşar Koçero!

En azından Bakkal Ahmet ve ben buna ‘net’ karşıyız.

Direniriz.

Canân’ı meseleye karıştırmıyorum bile.