Hem ülkemizde hem de ülkemizin dâhil olduğu bölgede ve dünyanın pek çok yerinde yaşanan siyasi olaylar gerçekten de oldukça yoğunlaşmışken gözler ister istemez oralara odaklanıyor.

Savaş ihtimallerinin ve onun tehdit ettiği diğer hadiselerin can yakıcı hakikatini inkâr edemeyiz.

Gazze en can yakıcı hâliyle insanlığın onur testi olarak orada, medeniyetin doğduğu toprakların ortasında duruyor.

Bütün bu yaşananları anlamak ve anlatmaya çalışmak gibi bir gayretimiz de insani bir sorumluluk ve zorunluluk olarakher daim bakidir.

Lakin sabah haberlere bir göz atayım dediğimde gözüme çarpan ve izlerken bile tahammülü zor iki şiddet haberi, yazımın konusunu değiştirmeme vesile oldu.

Acı bir soruyla“Gerçekten bize ne oluyor?” diyerek kendimi sorgular hâlde buldum. 

Büyükçekmece’de yedi-sekiz kişilik çocuk yaştaki bir grubun -çete demek lazım belki-ortalarına aldıkları, kendi yaşıtları olan savunmasız ve teslim olmuşbir çocuğa uyguladıkları şiddetten bahsediyorum ve Manisa’nın Akhisar ilçesinde hamile eşini sokak ortasında öldüresiye döven bir kocanın hâlinden elbette!

“Fiziksel olarak kendinden zayıf birine karşı yapılan güç gösterisinden daha aciz ne olabilir?” isyanım da zihnimin bir köşesinde feveran etmeye devam ediyor.

Şiddeti, hiçbir tepki vermeden izleyenlerin hâli ise apayrı bir duyarsızlaşmaya işaret ediyor.

Kameralara yansımayan ancak duyduğumuz, dava dosyalarına yansıyan binlerce şiddet olayı ve onların binlerce mağduru da konuya artık çok daha ciddi olarak eğilmeyi kaçınılmaz kılıyor.

Hukuk, yaşanan olayların sonuçları üzerinden; ulaşabildiği delillerle ve şahitlerin beyanlarıyla bir karar veriyor.

Oysa bizim sebepleri ve ilkeleri konuşacağımız, anlatacağımız bir zemine ihtiyacımız var.

Cinsiyet, ırk, statü gibi sınırlayıcı perspektifleri de aşarak “şiddet” olgusu üzerinden yaklaşmak ve onun her türlüsüne karşı mücadele etmek zorundayız.

Sosyologların, psikologların, pedagogların, aile danışmanlarının, manevi danışmanlık makamlarının ve dini anlatma hüviyetindeki kimselerin üzerinde oldukça büyük bir sorumluluk var bu anlamda.

Çok ciddi bir ahlaki erozyonun, geleneklerden sapmanın, inançlarda meydana gelen gevşemelerin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.

Bir yandan da toplumların kültürel sermayeden çok, ekonomik sermayeye önem vermesinin doğurduğu ruhsuz, rakibini linç etmeye dayalı rekabetçi bir yaşam biçiminin sonuçlarıyla muhatabız.

Kültürel ve ahlaki zemindeki sıvılaşma, tıpkı deprem uzmanlarının yıkıcı etkilerine işaret ettiği “zemin sıvılaşmaları”nı hatırlatıyor.

Üzerinde, uzun yılların inşa ettiği ahlaki, vicdani bilumum manevi değerin ve kurumunduramayacağı bu sıvılaşmalar hâlâ vicdanı ve merhameti olanların yüreklerini sızlatıyor.

Âdeta şiddeti kutsayan, bütün hesabını şiddet üzerinden yapan barbar ruhlar, şehrin sokaklarında Orta Çağ manzaraları çiziyorlar.

“Duygular da uygarlık sürecinden geçerler” diyen Norbert Elias’ı bu sözü; şehrin orta yerinde ve medeniyetin, duyguların inceldiği noktada nasıl hâlâ barbar kalınabildiğini de sorgulamaya sevk ediyor.

Kültürel ve ahlaki zeminde yaşanan sıvılaşmanın, çözülmenin meydana getirdiği krizin ortasında kalan çocuk, kadın, erkek ve her türden canlı, barbar ruhun elinde ölümle yüzleşiyor; hatta ölüyor.

İnsanı yaşatamayan bir insanlık hangi canlıyı yaşatabilir?

Binlerce yılda katılaşan, katılaştıkça üzerinde yaşayanlara daha güvenli bir hayat sunan manevi ve kültürel değerler zemini daha fazla ayaklarımızın altından kaymadan kendimize gelmek zorundayız.

Duyguları körelmiş toplumlar, hiçbir acı hissetmeden hatta sinematografik bir seyirle izleyerek mensuplarını teker teker şiddete kurban vermeye devam edemezler.

Bir barbar bir insanı öldürürken; anestezik bir uyuşma ile ölümü ve şiddeti izleyenler de insanlığı öldürüyorlar...

Şimdi soruyorum;insanı kurtarmadan insanlığı kurtarmak mümkün olabilir mi?