Yeni eğitim öğretim dönemi başladı. Ümmeti Muhammed’e hayırlar getirmesini dileyerek başlayalım.
Eğitim meselesinde özellikle dini eğitim meselesinde akıntıya karşı kürek çeken müebbetlik mahkumlar gibiyiz. Müebbetliğiz; çünkü görev tevdii ezelden yapılmış. Elimizde mucizevi bir sopa yok ama Musa (a.s.) gayretkeşliğiyle çabalıyoruz. Biliyoruz ki zaferden değil seferden sorumluyuz. Neredeyse yüz yıldır beyni yıkanan, aslında olduğundan başka bir şeye dönüştürülmeye çalışılan, fıtratına, tarihine, kendine yabancılaştırılmaya uğraşılan, uygarlaşma üryanlığında bir alinasyona maruz bırakılan zavallı bir toplumuz. Ülkeyi dini bütün adamların yönettiği bir vetirede dahi bu kör gidişin hızı, bırakın yavaşlamayı kontrol altına alınabilmiş değil. Yapabildiğimiz sadece sahaya yeni oyuncular sürmek ve skora oynamaktan ibaret. Yine de geleceğe dair umuda omuz vermeye devam edeceğiz.
Lakin günümüzde en önemli sorunumuz “kutsal”ın hayatlarımızdaki özgül ağırlığının karşı karşıya kaldığı erozyon. Dini olanın yerini, her geçen gün biraz daha ladini olana bırakması ve bunun genç kuşaklarda daha da yıkıcı bir şekilde gerçekleşmesi işin/sisin kesafetini artırıyor.
Yapılan araştırmalar bugün dünya ölçeğinde en yaygın dinin ne Hristiyanlık ne Hinduizm ne de İslam olduğunu gösteriyor. Arzda yürüyen iradeli zahir varlıklar arasında en yaygın din “ilgisizler”in dini. Sözgelimi Hindu ama Brahmanalar hakkında malumatı genel kültür düzeyinde bile değil. Budist ama ömründe bir kez pagodaya gitmemiş. Hristiyan ama Golgota’ya çıkmamış. Müslüman; ama inandığı gibi yaşayamadığı için yaşadığını, akide şekerine bulayıp habire yalamakta.
Adına ister dünyevileşme ister sekülarizm; ne dersek diyelim “kutsal” ile kurduğumuz ilişki her geçen gün biraz daha tozlaşıyor/yozlaşıyor. Dini değerlerimiz, yaşamın aktüalitesinde yer bulamayınca mevtadan can suyunun yürümesi gibi sosyal damarlarımızdan sızlaya sızlaya sızmaya başlıyor. Ortodoks akidemiz önce heterodoks aklın işgaline uğruyor, sonra yerini yavaş yavaş heretik dekadansa bırakıyor. Tüm bu tükenişin sonunda biz müebbetlikler, ilgisiz bir meraka ilişmeye çabalıyoruz.
A Gide, “Kelimeler o kadar çoğaldı ki çıkardıkları gürültü yüzünden Tanrı’nın kelimeleri işitilemez oldu” der. Gürültü dışımızda değil içimizde. Sokaktaki klakson sesinden daha çok zihnimizdeki anglo-sakson kültür ütülüyor kafamızı. Özgürlük naraları eşliğinde kuşandığımız prangaların sesi şuh kahkahalarımıza kavalyelik ediyor. Miyoplaşan ferasetimiz ne kadar çok şeyin eflatunik aşığı haline geldiğimizi bizden şapşalca saklıyor. Salome’nin efsunlu dansı bizi teshir ediyor ve Yahya’nın kellesine göz diktiğini göremiyoruz.. Ve Yahyalar ölüyor. Ve biz güvertenin uzak karinasında umudumuzu yitirmemek için karineler arıyoruz. Bütün bu kaotik sarmalın içinde meydana getirmeye uğraştığımız: Bir kelebek etkisi…
Henüz doğmuş bebeğini Nil’e emanet ederken gözlerinde endişeden eser barındırmayan Yehoved, muhkem bir tevekküle sahipti. Nasıl bir yük ve ne kutlu bir müjde taşıdığından habersizdi.
Hz. Meryem’in annesi de bir ağacın altında otururken anne kuşun yavrusunu nasıl beslediğin görür, analık duyguları kabarır ve Allah’tan bir çocuk diler. Duası kabul olur ve Meryem dünyaya gelir. Elbette O’ndan da İsa…. Hanne’nin duası bir kelebek etkisi işlevi görmüştür.
Ne dersiniz?
Okulsuzluğu özleten bu sistem içerisinde biz de bir kelebek olup Yehoved ya da Hanne gibi olası devrimlere muştuluk yapabilir miyiz?