Bugün yeni bir senenin ilk günü. İçerde ve dışarda yaşananlar bakımından yoğun bir yılı geride bıraktık. 2018’in ülkemiz ve ümmet-i Muhammed için daha hayırlı bir yıl olmasını temenni ederek başlamak istiyorum.
Yılın ilk yazısına, merhum Mehmet Akif Ersoy’dan bahsederek başlamak istiyoruz. Ziraidealleri ve ilkeleri, haslet ve kabahatleri, fikir ve eylem tarzı ile hayatı inceden okunup sağlamdan kavranması gereken bir adamdır, Akif.
Geride bıraktığımız hafta (27 Aralık 1936) onun vefat yıldönümü idi.
I. Meşrutiyet ilan edilinceye kadar çeşitli devlet görevlerinde bulunan Akif’in, Sultan Abdülhamit’i geç anlayan isimlerden biri olduğunu kendi itiraflarından anlıyoruz.
Akif, hem iyi bir şair hem de iyi bir vaizdir.Milli Mücadele yıllarında Kastamonu ve Balıkesir gibi çeşitli Anadolu illerinde,halka vaz-ü nasihatte bulunarak direnişi örgütleyen isimlerden biridir.Ankara’ya döndüğünde ise cephede destan yazanların öyküsünü, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir mana derinliğine sahip olan İstiklal Marşı’nı kaleme alarak ölümsüzleştirmiştir. Kendisinin giyecek bir paltosu dahi bulunmamasına rağmen marş için ayrılan 500 lirayı almayı züll addetmiş, teklif edilmesini bile ahlaksızca bulmuş, almaktan başka çaresi kalmayınca da Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan ve görevi, cephedeki askerlere elbise dikmek olanDârü’l-Mesâî vakfına bağışlamıştır.Bugün pek algılanamasa da Akif’in almayı aklına bile getirmediği mezkur para, dönemi için hatırı sayılır bir meblağdır.
Belki bir gün marşın yazıldığı Tacettin Dergahı’nın duvarları dile gelir de anlatır; Akif’in, her kelimeyi doğurmak için nasıl sancı çektiğini…
O, Kurtuluş mücadelesine hem entellektüel birikimi ile hem de bilfiil katılmış ve bugün yurt tutmaya devam ettiğimiz bu toprakların anlamını korumasını sağlamıştır. Çünkü anlam kaybolduğu vakit, toprak vatan olmaktan çıkacaktır. Uğruna canından, cananından geçtiği vatanı; bir kurtuluş manifestosu olarak kaleme aldığı istiklal marşının ruhuna kastedecek bir yola sokulmaya çalışılmışsa da bu küresel proje akim kalmıştır.Akif’in hayalini kurduğu Asım’ın nesli, şühedanın emanetine sahip çıkmış, Allah’ın izniyle çıkmaya da devam edecektir. Mehmet Akif, mütevazi kişisel yaşamında da ülkece türlü zorlukların atlatıldığı dönemlerde de ye’se asla kapılmamıştır.
Bir cumhuriyet sevdalısı olan Milli Şairimiz, milli mücadelenin en çetin yıllarında açılan ilk mecliste görev alarak Burdur vekilliğide yaptı. (1920)
Fakat zaferden sonra bir şey oldu. Garip bir şey! Akif, peşinde sürekli hafiyelerin dolaştığını fark etti. İşte o vakitömrünü adadığı vatanından hicret vaktinin geldiğini anladı. Kimseye kızmadı, öfke biriktirmedi. Sessizce terk etti, yurdunu. Abbas Halim Paşa’nın himayesinde Mısır’a gitti. Gıdasızlıktan yakalandığı siroz hastalığı ilerleyince vatanından uzakta, gurbette ölmekten korktu. Bir yolunu buldu ve İstanbul’a geldi.Altı ay daha yaşayacaktı. Lakin hasta halinde bile gözlem altında tutuldu. Bir ülkenin milli şairi, vatanında, kendisine niçin cüzzamlı ve suçlu gibi davranıldığını anlamaya çalışıyordu.
Lehü’l-hamd!Korktuğu şey başına gelmedi. Son nefesini, “Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” dediği topraklarda verdi. O, hiç haddi aşmadı. Ölümünde bile. Altmış üçündeydi.
Bugün bir popçunun bile cenazesine devlet erkanı katılır ama Milli şairimizin cenazesinde devlet ricalinden kimsecikler yoktu. Neredeyse bir kimsesiz gibi defnedilecekti. Cenab- Hak razı gelmedi. Asım’ın nesli yetişti ve yolu da yolcuyu da omuzladı.
Baki selam…