Allah Resulü, latif sözlerinden birinde şöyle der: “Temûtûne Kemâ Teîşûn”. Yani “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” Yaşamın ölümü ve ötesini belirlediği ve bunun işaretlerinin kimi kişilere sır mahiyetinde fısıldandığı ile ilgili sayısız örnekle doludur tarihimiz. Ama biri var ki onun hikayesine, yenice muttali olabildim. Arif Nihat Asya’nın Peygamberimize hürmeten yazdığı meşhur şiiri Nat’ında bahsettiği bir isim: Kayışzâde Hafız Osman Nuri.
1894 yılında vefat eden Osman Nuri Bey, bir hattat. Ömrünü hat usulü ile Mushaf yazmaya adamış. Çeşitli medreselerde ilim tahsil ettikten sonra kendini Kuran yazımına veren Hafız’ın, pek çoğu bugün elimizde bulunmasa da 106 adet Mushaf hat ettiğini biliyoruz.
Osman Nuri Bey, 107. Mushaf’a göz nuru dökmektedir ve aylardan Ramazan’dır. Teravih namazı kıldırmaktadır. Bu esnada çok ötelerden bir çağrı gelir ve Hafız ulu davete icabet eder. Davete icabet eder diyorum çünkü adeta davet almıştır, ukbadan. Bunu, kıldığı son namazın kıraatında ağzından dökülen son dünya kelamının mahiyetinden anlıyoruz. Yusuf suresinin 12. ayetini okumuştur, son namazın son rekatında Hafız. Şöyle denmektedir. Yusuf 12’de:
“Yarın onu bizimle beraber gönder de bol bol yiyip içsin, gezsin. Biz onu gözeteriz.”
Ve rükuda teslim eder ruhunu, Mübarek. Adeta baş üstüne Rabbim dercesine… Kıyamda gelen müjdeli emre, rükuda başını önüne eğerek itaat eder… Ölüm değil, sadece seçkinlere nasip olacak bir buluşmadır, aslında yaşanan.
Merhum Erdem Bayazıt’in dediği gibi: Her insan oruçlu doğar, ölümün iftar sofrasına.”
…..
Bertrand Russell, Özgür İnsanın İbadeti’nde modern dünyayı eleştirerek onun insana sunduğu tek boyutlu, ötesiz dolayısıyla kısır hayat algısının, ademoğlunu boyun eğmez bir kedere mahkum ettiğinin altını çizer.
Ona göre; “nedenlerin ürünü olan insanoğlu, aslının, gelişiminin, umutlarının, korkularının, aşklarının ve inançlarının atomların kazara düzenlenip bir araya gelmesinin sonucu olduğunu; hiçbir coşkunun, kahramanlığın, duygu ve düşünce yoğunluğunun yaşamını mezardan ileriye götüremeyeceğini; her çağdaki çabaların kendini adadığı her şeyin, tüm ilhamının, güneş ışığı parlaklığındaki dahiyane zekasının, bu güneş sisteminin engin ölüm denizinde yok olmaya mahkûm olduğunu görecek bir öngörüye sahip değildir. İnsan yapısı başarı tapınağının, bir gün kaçınılmaz şekilde evrenin yıkıntıları altında kalacağını bilmez.”
Anglo-Sakson orijinli modern Batı medeniyetine göre, “insanı belirleyecek hiçbir varlık yoktur. O, kendi kendini belirler, olurken oluşur.” Baştan aşağı hümanizm kokan bu düşünceyi yüksek sesle dillendirenlerden biri de egzistansiyalizmin sembol isimlerinden Sartre’dır. Ona göre insan, “atılmış olduğu bu evrenden bir anlam bekler.” Halbuki insanın aradığı anlam, içine atıldığını vehmettiği evrende içkindir ve fakat evrenin maddi yapısıyla kayıtlı değildir.
Sartre, ölümü verilen bir durum olarak adlandırır ve “onu ne beklerim ne de karşısında tutum alırım”, der. Sartre göre ölüm, yaşamın tüm anlamını ortadan kaldıran bir şeydir. Öte yandan ölümden korkulmaması gerektiğini de vurgulayan düşünür, Epikür’den mülhem bir sözle devam eder: Zira o varken ben yokum, ben varken o yok!
Ona göre, ölüm fena bir şeydir, çünkü faniliği hatırlatarak insanı fenalaştırır.
Ölüm Batı’dan böyle görünürken düşünce tasavvurunun varsıllığı ile tarihe izler bırakan Doğu’da nasıl algılandığını A. H. Tanpınar özetler:
Hayat ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir .
Baki selam…