Günlük hayatın kasvet yüklü havasından sıyrılıp uhrevi bir soluk almak için yola koyulduk. İstikamet İzmir, Ödemiş. Oradan da Birgi köyü…

Trendeyiz… Ses tonumuz biraz yüksek, nerede inmemiz gerektiğini tartışıyoruz. Çaprazımızda kafasına fötr şapkasını geçirmiş, günlük sinekkaydı tıraşını olmuş, habercilik düsturu asırlık ikonlara tapınmak olan gazetesinin sayfalarını yapmacık aydın jestleriyle çevirip duran bir adam oturuyor. Göz göze geliyoruz. Yol boyu konuştuğumuz meselelerden rahatsız olmuş gibi bir hâli var. Kafasını çeviriyor, gazetesini okumaya devam ediyor…

Arkasında kılığından kıyafetinden ötürü “Ben köylüyüm” diye bağıran yüzü nurlu yaşlı bir teyze… Nereye gideceğimizi soruyor. ‘’Birgi köyüne, teyzeciğim’’ diyoruz. ‘’Bakın şimdi’’ diyor, başlıyor anlatmaya… Sonra da ekliyor: “Oraya gitmişken Birgivi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeyi unutmayın, e mi yavrum!” Tebessüm ediyoruz. “Tamam teyzem merak etme sen” diyoruz.

Hâlbuki biz de gitmişken uğramak için değil, bizzat kabr-i şerifi ziyaret etmek için gidiyoruz… 

Birgi’ye adım atıyoruz. Birbirinden güzel taş evleri, kale kalıntılarını, her köşe başına kurumuş mandalina ağaçlarını geçiyoruz. Birgi Ulu Camii’nde soluklanıyoruz. Yüzlerce yıllık, muhteşem bir mimarî… Her taşında bir ruh, her oymasında bir sır gizli sanki… Vaktimiz kısıtlı, içimize sinmemiş bir tefekkür aslında sonra hemen abdest alıyoruz. Önümüzde uzun bir yokuş… İmam-ı Birgivî Hazretleri’nin makam-ı şerifine doğru çıkıyoruz. Edepsizlik etmemek için, yol boyunca dünyevi safsataları rafa kaldırıyoruz.

Ilık ılık üzerimize üflenen rüzgârdan ve ayak seslerimizden başka bir şey duyulmuyor. Tek komşumuz zeytin ağaçları… Doğru yönde olduğumuzdan emin olamasak da, tevekkülle yürümeye devam ediyoruz. Biraz sonra, yolun kenarında, yola nispetle birkaç metre aşağıda nebatatıyla uğraşan Birgi yerlisi pîr-i fâni bir teyzeye rastlıyoruz. Selam verip, meramımızı bildiriyoruz. “Azıcık daha çıkın, pazar var, pazarın hemen yanında mübareğin kabri. Bana da dua ediverin evladım” diyor teyze yöresel şiveyle. Hayır dualarından sonra işine dönüyor.

Sonunda varıyoruz. Şükrederek sokuluyoruz kabr-i şerifin başına. Sonra bir hüzün kaplıyor içimizi. Eğri büğrü Osmanlıca’mızla okuyoruz mezar taşında yazanları.

“Bizimle aynı topraklarda doğmuş, aynı memlekette yaşamış bir veli-i kâmilin kabir taşında yazanı dahi rahat rahat okuyamıyoruz. O mürşid-i kâmilin ve O’nun gibi daha nice Allah-ü Teâlâ dostunun ahlâkını, ilmini, irfanını, itikadını nasıl örnek alacağız?’’ düşünceleri geçiyor zihnimizden.

Hem bize bu düşüklüğü, bu zulmü, bu ihaneti reva gören Allahsızlara buğzediyor, hem de her şeye rağmen yeterince okuyup öğrenmediğimiz için kendimize kızıyoruz sessiz çığlıklarla…

Velhâsıl, dualarımızı ediyor, selam verip o mualla makamdan ayrılıyoruz.

Ruhumuzun devası olduğuna iman ettiğimiz o ulvî atmosferden ağır adımlarla uzaklaşıp, nefesimizi boğacak ve nefsimizi azdıracak çürük zevkler panayırına doğru yol almaya devam ediyoruz

***

İmam-ı Birgivi Hazretleri, Osmanlı’nın en meşhur ehl-i sünnet âlimlerindendir. Müderrislik vazifesini uzun yıllar Birgi’de devam ettirdiğinden, Birgivî ismiyle meşhur olmuştur. Eserlerinin hepsi çok kıymetlidir. Bilhassa Birgivî Vasiyetnamesi, asırlar boyu sarayda ve halkta el üstünde tutulan bir ilmihâl ve irşad eseri olmuştur. Eser, Kadızade Şerhi’nde ehl-i sünnet hassasiyetleriyle latinize edilmiştir. Âcizane, tavsiyemdir.