Dede Korkut İlkokulu’nda 3. sınıfa giderken 1984 yılının 10 Kasım’ında, ağlamam için tokatlandığım günden beri hamd olsun anti-Kemalist’im. Ağlamıyorum diye değil, ağlamam için defalarca tokat yedikten sonra yanaklarımın yanmasını hâlâ unutamam. Okul Müdürü Ömer Kirman vardı; iyi adamdı daha fazla tokat yemeyeyim diye “Ağlayıver oğlum sen de” diye ikna etmeye çalışmıştı ama ağlamamıştım. İki sokak ötedeki eve giderken yolda hem ağlıyor hem de tokat yerken ağlamadan kafa tutabildim diye gururlanıyordum. Yıllar sonra askerde Kemalist komutanların yaptığı eziyetlere de şahit olunca bu meselenin bir fikri mücadele olmadığını, azgın bir azınlığın çoğunluğa eziyet ettiği bir diktaya karşı cesaret gerektiren tehlikeli ve yoğun bir kavga olduğunu iyice anlamıştım artık.
Bugün, rahmetli babam mezardan kalkıp gelse elini omuzuma atıp bana Kemalizm telkin etse bile, herhangi bir Kemalist fikre ya da şahsa muhabbetle bakmam mümkün değil. Hayatım boyunca asla barışmayacağım ve neye mal olursa olsun mücadele etmeye devam edeceğim. Ulusalcılık, ırkçılık, seçkincilik, Batıcılık, sınıfçılık vesaire ne kadar insanlık düşmanı akıl hastalığı varsa hepsine karşı ne öfkemi ne keskinliğimi ne de tavizsizliğimi asla kaybetmeyeceğim. Fakat NATO’cu Gladyo kliklerinin ya da habire Moskova’ya giden, telefonlardaki ByLock benzeri şifreli mesajlaşma programından Dugin’le aşk yaşayan Avrasyacı sünepelerin “Kemalizm” üzerinden bir zıtlık inşa edip memleketi karıştırmaya kalktığını sezersem o tuzağa da düşmem. Türk-Kürt savaşı yemedi, Alevi-Sünni kavgası tutmaz artık, öyleyse ellerinde kalan son kozla Kemalistler üzerinden kavga çıkaracaklar öyle mi? E ben bunu da yutmam… Sonunda “izm” olan her şey, rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi: “İdrakimize giydirilmiş deli gömleğidir.” Ben bu deli gömleğini yırtmak için uğraş veriyorum; ama gâvur gelip bunu istismar etmeye, bu kavgamın içine kendi gâvurluğunu sızdırmaya kalkarsa işin rengi değişir; çünkü ben gâvurun her türlü tezgâhını, telkinini kategorik olarak inkâr ediyorum. Erdoğan, adamın ciğerini söker gibi gâvurun elinden bu kartı alıyorsa eğer -ki böyle olduğunu görüyorum- o zaman hadi “Mustafa Kemal’e vuruyoruz” diyen ajan provokatöre de, “Hadi anti-Kemalistler’e vuruyoruz” diyen ajan provokatörlere de, “O iş eskidendi haddinize çekilin” diyoruz.
İran Molla Diktası bütün dünyanın en çok da ümmeti Muhammed’in başının belası bir rezalettir. (Hazreti Hüseyin Efendimiz’e kurban olsunlar) “Ya Hüseyin senin intikamın için geldik” diye bağırıp Suriye’de çocukları öldüren İran, merhametsiz bir katil olduğu kadar akaidi tahrip eden, İslam âlemini İfsad eden bir emperyalist tehlikedir de… Allah (cc), Müslümanlar’ı İran Molla Diktası’ndan, Hizbullah’ın katliamlarından ve hâlâ 1979 Pentagon-İran darbesinin rüzgârında serinleyen İslamcıların şerrinden korusun. Manzara böyleyken Sam Amca ve şapkasında sakladığı irili ufaklı diğer gâvurlar, yanına Suud’u da alıp (yani bir Müslüman’ı) İran’a saldırırsa ne olur? Bundan memnun mu oluruz? O iş öyle değil işte! İran’a şamarı ben vuracağım, 12 bin kilometre öteden gelen bir emperyalistin yanına geçilmez; onun ekmeğine yağ sürülmez. Ben gâvurun her tülü tezgâhını, telkinini kategorik olarak inkâr ediyorum. Daha dün Trump’la birlikte Büyülü Küre’de İslam âleminde kan dökmek için ant içen Salman’ın oğlu şimdilerde kuzenlerinin parasına çöküyor. Adı da soruşturma, gözaltı falan filan… Yarın temsili, sembolik, üst, diye bir şey uydurup babasını kenara iliştirip kendi kral olacak. Ne verdi de o paraları alıyor, ne verdi de bu imkânlara kavuşuyor? Sattığı şey Lübnanlılar’ın kanı, İranlılar’ın kanı. 5 Kasım 2017 tarihinde bu köşeden yayımladığım “Lübnan Başbakanı Hariri’nin istifasının arka planı” yazısında Hariri’yi, Suud’un istifa ettirdiğini, Hariri’nin Fransa’ya gideceğini ve planın doğrudan Husiler’e ve Hizbullah’a karşı açılacak bir savaşla dolaylı olarak İran’ın baskılanacağını yazmıştık. Şimdi o cilaladıkları hümanist Macron, hiçbir şeye karışmıyormuş gibi sessizce tırnaklarını kaşıyan İngiltere ve dünyanın en kaba şımarık zengini Trump, yanlarına gözünü para hırsı bürümüş Suud prenslerini alarak katliam yapacak, Müslümanlar’ı kılıçtan geçirecek ben de buna sessiz kalacağım. “Oh, oh… Benim düşmanım İran’a saldırsınlar” diyeceğim öyle mi? İşte bu kazığı da yememek lazım. Buna da kategorik olarak karşı çıkmak lazım. Çünkü gelen katiller, İslam’ı müdafaa için değil İsrail’e yol açmak için geliyor; a be gafiller. Muhammed Dahlan denilen gelmiş geçmiş en kepaze ajanın marifetiyle Hamas’ı köşeye sıkıştırmaya, Gazze’yi yıkmaya geliyorlar.
Devlet duruma göre geçici kararlar alabilir ve vaziyeti kendi zeminine taşıyarak milli çıkarlara yönelik hamleler yapabilir. Dar açıdan bakınca bu hamleler birbiriyle çelişebilir; ama bu her zaman yanlış olduğu anlamına gelmez. Sultan Mehmet Reşat, Irak’ta isyana yeltenen Kürtler’in liderlerinden Abdüsselam Barzani’yi İstanbul’a çağırıp madalya veriyor. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Musul valisinden gelen, “Madalya işe yaramadı; isyancılar devam ediyor” mesajından sonra aynı padişah Sultan Reşat, bu sefer madalya taktığı Abdüsselam Barzani’nin idamına hükmediyor. Sultan Reşat madalya verirken de doğru yapmıştı; idam ederken de doğru yapmıştı. Bugün “Siz bayrak astınız” diye yaygara koparanlar da, “Barzani İslam’ın son kalesi ona bir şey olursa Irak çöker” diyenlerde aynı hatada debeleniyorlar işte…
Daha önce de yazmıştım, tekrar etmekte fayda var. İlk gençlik yıllarımda gençlerin beynini yıkayan hocalar vardı; “Rusya Moskof, Rusya ateist, ateist Rusya’ya karşı Ehli Kitap Amerika’nın yanında durmak lazım” diyerek zillet saçarlardı. Bu akıl zillettir, bu akıl az bir bedele kâfire kiralanmış olmaktır. Rusya’da fink atan Avrasyacı berduşların da ağızlarından saçtığı “NATO’ya karşı Rusya kafası” da aynı seviyede zillet, aynı dairede yine kâfire kiralanmış olmaktır. Allah rahmet eylesin Cahit Zarifoğlu’nun Müslümanlar’a verdiği nasihatle: “Ne Beyaz Saray’ın bahçesine ne de Kremlin Sarayı’nın bahçesine çivi çakın.” Yani kendiniz olun, Anadolu olun ve gâvuru kategorik olarak reddedin, insan kalın…