İletişimde baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor.
İletişim araç, gereç ve ağlarının son derece gelişmiş olması insanın tekamül ve gelişimi ile doğru orantılı bir seyir takip etmiyor malesef.
Bu manada gelişmişlik, insanın mevcut zaaflarını daha da görünür kılıyor.
Tüm teknolojik ‘ilerlemiş’liğe rağmen, ihmal ettiğimiz ve kaybettiğimiz şeylerin farkında dahi olamayışımız ne büyük bir kayıp.
Kaybetmememiz gereken hasletleri kaybedişimiz bir acı, bu kayıpların farkında olamayışımız bin acı.
Huzuru arayan insan, mutluluk peşinde koşarken mutsuzluk çukuruna düşüyor.
Ve bir türlü bu çukurdan çıkamıyor.
O kadar çok yoğunuz ki, kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünmeye, düştüğümüz çukurdan çıkmanın yolunu aramaya fırsatımız olmuyor.
Ve bir kısır döngü içerisinde dönüp duruyoruz.
İletişimde çok uzakları kendimize yakın kılmamız bir tarafa, yakınlarımızı uzak kıldığımızın farkına çoğu zaman varamıyoruz.
Aynı çatı altında kaybediyoruz birbirimizi. Ellerimizin altındakilerden uzaklaşıyoruz.
Işık altında kaybettiğimizi karanlıkta aramanın saçmalığı ve sarmalı içerisindeyiz.
Bir dostumuzla karşılıklı muhabbet etmenin sıcaklığını kaybettik.
Eşimizle el ele, göz göze olmaktan, anne ve babamızla dertleşmekten, arkadaşlarımızla sağlıklı iletişim kurmaktan uzaklaştık.
Çocuklarımızın gözlerinin içine bakarak, nasılsın demeyi unuttuk.
Bedenlerimiz yan yana ama aklımız ve ilgimiz çok farklı mecralarda.
İnsanlarla sahici ilişki kuramıyoruz.
Asosyalleşiyoruz.
Sosyal medya hesaplarımız üzerinden kıyasıya görünme ve gösterme yarışı içerisindeyiz.
Gösteriş girdabında boğulduğumuzun farkında dahi değiliz.
Bir insanın yediği yemeğin fotoğraflarını paylaşması anlamsızlığın ötesinde derin sıkıntılar barındırıyor.
Gittiğimiz farklı mekânların fotoğraflarını, bilgi vermek maksadıyla değil, gösteriş amacıyla yaygınlaştırabiliyoruz.
Kimimiz bununla mutlu olurken, kimimiz mutlu olduğunu sananların ‘mutluluk’larıyla mutsuz oluyor.
Derinleşmemiz, kendi içimize yönelmemiz gereken kutsal topraklarda dahi yüzeysel kalıyor, görmenin ve olmanın güzelliğine değil göstermenin cazibesine kapılıyoruz.
Ve bir ibadet şuuruyla kabeyi arkamıza alıp kendimizi göstermenin hazzını yaşıyoruz.
Haz duyuyoruz ama hayırdan uzaklaşıyoruz.
Birbirlerimizi sosyal hesaplar üzerinden takip ediyor, başkalarının ‘mutluluk’ları üzerinden kendi mutsuzluğumuzu üretiyoruz.
Huzurumuzu kendi elimizle yok ediyoruz.
Bir insan ne kadar çok mutlu olduğunu büyük bir arzu ile göstermek istiyorsa o insan mutsuzdur.
Mutlu olmak gösterilmesi gereken değil, hissedilmesi ve yaşanması gereken bir haldir.
Gösterdikçe, görünür oldukça mutlu olduğumuzu sanırken, mutsuzluğu kendi elimizle çağırıyoruz.
Kıskançlığa ve çekemezliğe kendi elimizle davetiye çıkarıyoruz.
Sosyal hesaplar üzerinden paylaşılan yaşantı kareleri üzerinden kıyaslar yapıyoruz.
Kim nereye gitmiş, kim nerede ne yapmış, kim ne yemiş, kim kiminle olmuş vs. vs. vs.
Başkalarının ‘mutlu’ yaşantıları ile kendi yaşamlarını kıyas yapanlar mutlu olamazlar.
İnsan kıyas yapacaksa şayet, kendi yaşantısından daha kötü durumda olanlarla kıyas yapmalı.
Yapmalı ki şükretsin.
İnsan sahip olmadığının peşinde değil, sahip olduğunun şükründe olmalı.
Olmalı ki mutlu olsun, huzur bulsun.
Ezcümle;
Gösteriş yapmanın en büyük zararı sahibinedir.
Gösteriş yapanların sahte mutluluklarına özenenler kendilerini mutsuz ettiği gibi, çevrelerini de huzursuz ederler.
Şükretmenin huzur ve güzelliği dururken, göstermenin hazzına ve hızına kapılanlar kendilerine yazık ederler.