Bülent Parlak ve Hayrettin Orhanoğlu’nun vefatı ve hatırlattıkları 

"Hür Tefekkürün Kale"lerinden İzdiham dergisinin kurucusu ve mimarı kalp krizi sonucu vefat etti. Dergiler, hangi zaman diliminde okunurlarsa okunsunlar kâğıdın kelime ve mürekkeple donandığı, buluştuğu vaktin/vakitlerin ruhunu taşırlar. Yaşlanmazlar. Çünkü onlar doğdukları tarihteki kadar masum ve gençtirler. Bir asır önce yayımlanmış bir derginin tozunu alıp sayfalarında gezintiye çıktığınızda o derginin çıktığı asrın zamanında bir yolculuğa çıkarsınız. Oturduğunuz yerde o çağın insanlarına dokunur, o devrin seslerini işitirsiniz. Derginin kapağında taşıdığı tarih, zamanın durdurulduğu ve insanın ve dönem insan düşüncesinin hareketsiz ve nefessiz kaldığı andır; ancak hâlâ canlıdır ve yaşıyor. Dergilerde zamanın ruhunu-mizacını- karakterini görür, onun zamanına gideriz.

Sebilürreşat/Sıratımüstakim'de Mehmet Akif size Meşrutiyet'in ilanını, Berlin Hatıralarını, Necid Çöllerini, Çanakkale Destanı'nı, Tacettin Dergahı'ndaki günleri ve o günlerin Ankara'sını anlatır. Hasan Basri'nin İstiklal Marşı'nı yazmaya ikna etmek için dergâhın kapısından usulca girdiğini görürsünüz. Ankara’nın ayazında ceketle gezen Âkif’le üşür, ülkenizin kurtuluş ve kuruluş mücadelesine tanıklık edersiniz. Acısını kalbine gömen Âkif’in Mısır’a gidişini, dostlarını, hüzünlerini, çocuklarına ve torunlarına hasreti ordadır.

Edebiyât-ı Cedîde/Servet-i Fünûn dergisinde Şinasi ile dertleşirsiniz. Sonra Fikret gelir, Tevfik Fikret. "Devr-i istibdad"tan, Batı'dan, Yeni Edebiyat'tan söz eder. İstibdat devri dediği dönemin özgürlük alanının, Cumhuriyet devrinin en özgür ve demokratik dönemlerinden daha özgürlükçü olduğunu görürsünüz.

Sonra Fikret’in, Şermin için yazdığı şiirleri hatırlarsınız. Naif, şefkatli, ağzı dualı bir şair oluverir. [“Her gün/ mektebe gelirken/ Kulübesinin önünden/ Geçtiğiniz fakir kadın/ Pek hastadır; belki yarın /Çocuğu öksüz kalacak;/Bilmem onu kim alacak./Onlar İçin/Duâ edin!”/ Bugün derste hocafendi/ Bize bunları söyledi./ Kuzum anne, öksüz nedir?/Öksüz, öksüz.../ Ah! Sen de bir/Yarım öksüz değil misin?/ (…) Öksüzüz ben de baban da./Bil ki, evlâdım cihanda /Yarım öksüzler pek çoktur,/Öyle olmayan hiç yoktur;/Bil de teselli bul biraz./Hayır, birlikte yaşamaz /Kimsenin anası babası. /Vatan, öksüzler anası /Yaşatırsak bir o yaşar... /Yaşasın tâ haşre kadar!”]

Büyük Doğu'nun yapraklarını araladığınızda Üstad Necip Fazıl'ın gümrah sesi sizi, Allah demenin yasak olduğu tek parti döneminin sokaklarında dolaştırır. Yıl 1943'tür. "Yeryüzü ve bütün insanlık tek bir vahid olduğuna göre Doğu'yla Batı arasında hiçbir coğrafya softalığına düşmeden, Doğu'yu da Batı'ya nitbetle sadece belli başlı müessirlerin doğurduğu belli başlı ruh ve kafa şartlarına ilişik bir vakıa kabul ettikten sonra, hemen belirtelim ki, insan oğlunda maddenin ötesini kurcalama ve ötelerin rüyasını yaşama cehdi, mucizeler bahçesinin renk ve ışık dolu ufkunu yalnız Doğuda buldu" diyecektir. Sonra Cağaloğlu’nda Yerebatan Sarnıcı’nın oradan Büyük Doğu yazıhanesine doğru onunla yürürsünüz. Sesi yankılanır kulaklarınızda: “Ölmemek, ilk ve son, büyük kelime;/Çarpıldık, ölmemek için ölüme!/Ver Allah’ım büyük sırrı elime;/Geçmez an, solmaz renk, kopmaz bütünlük.”  

Yıllar sonra Sezai Karakoç’la Diriliş dergisinin yaprakları arasında dolaşırsınız. Fransa’nın Cezayir’de Müslümanlara reva gördüğü vahşeti onlarla yaşarsınız. “Basul Badel Mevt”/ ölümden sonra diriliş fikrinin yer yüzünde anlam arayışına dönüşünü ve Diriliş ekolünün yeryüzünde yeniden bir medeniyet fikrine evirilmesini okursunuz. Kaybedilen Müslüman şehirlerinin ruhlarıyla buluşturur Diriliş. Kudüs’ün, Kurtuba’nın, Semerkand’ın, Bağdad’ın, İstanbul’un Mekke ve Medine ile kardeşliğinin destanı sizi Sezai Karakoç’un volkanları uyandıracak sesi ile buluşturur. Üretmen Han’daki odasında oturur ürkek sorular sorarsınız. Yavaş yavaş anlatır size. Hele Anadolu’nun bir yerinden gelmişseniz oradan onun müfettişlik günlerinden bir şehir getirmişsinizdir, anlatır size. Fındıkzade’de sohbetlerine dahil olursunuz. Hep bir umut vardır anlattıklarında. “Umutsuzluk yakışmaz Müslümana” der. Sonra bir sabah vefat haberi düşer vakte. Cenazesi Şehzadebaşı Camisi’nden kalkacaktır. Gençlik günlerinize dönersiniz. Tramvayla Beyazıt’ta iner, Beyazıt Çınaraltı’ndan Vezniceler’e ve Şehzadebaşı’na birlikte yürüdüğünüz günleri hatırlayarak cami avlusundaki kalabalığa karışırsınız.          

Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisinin ilk sayısının ilk yazısı “Kalemin Yükü” size bir sorumluluk yükler. Mavera Dergisi, 1979 Afganistan işgalinin güncesi oluverir. Baba Esed’in Hama’da gerçekleştirdiği vahşeti okursunuz Cahit Zarifoğlu’nun "Hama: Sımsıcak” şiirinde. “Demek bitmedi kerbela/Hama kerbelası dehrin/Nasıl kuru dudakları devlet olduysa Hüseynin/Şehit ağzını değdir üstüne ölü kalbimin" dediği o yakıcı şiiri okursunuz. Sonra “O sabah ezan sesi gelmedi camimizden./Korktum bütün insanlar için, bütün insanlık adına" dediğini duyarsınız Beylerbeyi’nde genç yaşında “önden gidenler” kervanına katılan Cahit’i. Bir zamanlar ağabey dediğiniz Cahit, geldiğiniz yaşta genç kalmıştır. “Ne çok acı var.”

Dergiler "Şöhreti fethe koşan bir aydınlar ordusu... Kimi yan yolda olacak, kimi yol değiştirecektir bu akıncıların. Belki hiçbiri varamayacaktır hedefe… Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar... Yasak bölge tanımayan bir tecessüs; tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen” ve “Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını aşmak için en mükemmel silah: Kalem” diyen Cemil Meriç’i uğurladığımız Yeni Cami avlusundaki musalla taşında genç bir şair Bülent Parlak var.

Bir röportajında “şiir yazan arkadaşlar ölümsüzlüğü istiyorlar. Biz öleceğiz, yazdıklarımız biz öldükten sonra okunacak. Bu ayırımı iyi yapmak ve delirmemek gerek” diyordu. İzdiham dergisinin Ekim-Kasım 2017 sayısı “Hepimiz ölecek yaştayız” kapağı ile çıkmıştı. Dünya nöbetinin şuurunda genç bir dergicinin İzdiham dergisi genel yayın yönetmeni Bülent Parlak’ın kendisine ve insanlığa “ölümün yaşı yok” dediği bir kapaktı; çünkü o ölümün ve genç ölümlerin de tanığıydı. Genç yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu mekân değiştirdi. Ailesinin ve dergi camiasının başı sağ olsun.

Bülent’in cenazesi gününde Hayrettin Orhanoğlu’nun vefat haberi düştü mesaj kutusuna. Her acı haber yeni bir tohuma döner mi? Hayrettin Orhanoğlu ile iki kez telefonla görüşmüştük. İlki Türkiye Yazarlar Birliği, Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi ile Yunus Emre Enstitüsü'nün birlikte organize ettikleri Yûnus Emre ve Türkçe Yılı Şurası dolayısıyla idi. Ankara'da yüz yüze tanışarak sohbet etme temennisiyle bitirmiştik görüşmeyi. Ancak işlerimin yoğunluğu sebebiyle Ankara’ya gidememiştim. İkincisi bir süre önceydi. İstanbul'a gelecek, Dil ve Edebiyat dergisinde misafirimiz olacaktı. O da olmadı, vakit yetmedi.

Yeryüzündeki koşusunu bitirdi ve gitti haberi ulaştı. Hayrettin Hoca, imgeler dünyasını kurcaladı. Muhayyilenin görünürlük yolculuğu ve kelimenin gücünü anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Şair, öğretmen-akademisyen ve yazar Hayrettin Orhanoğlu da "önden gidenler" kervanına katıldı.

Her iki gönül erine ve tüm “önden gidenler”e rahmet ve dua ile.