Birleşmiş Milletler yetkilileri geçtiğimiz günlerde, İsrail güvenlik güçlerinin Filistinlilere yönelik şiddet uygulamalarının araştırılması gerektiğini deklare etti. Ayrıca İsrail tarafından kapalı cezaevi haline getirilen Gazze’deki ablukanın da sonlandırılması gerektiği vurgulandı.
Bu açıklamalar yapılsa da Filistin’deki yüksek tansiyon düşürülemedi. Cuma vakti yüz binin üzerinde Müslümanın bir araya geldiği Mescid-i Aksa’da İsrail güvenlik güçleri kalabalık üzerine gaz bombası attı ve gerginlik tırmandı.
Hamas ise bildirisinde, İsrail’in sonunu getireceğini açıkladı. Tarafların karşılıklı saldırıları devam ediyor. Gazze’den atılan roketler sebebiyle İsrail’de sirenler çalarken, İsrail güvenlik güçleri Gazze’ye hava saldırıları düzenliyor.
İsrail vatandaşı Filistinlilerin partisi Raam, çatışmalardan dolayı hükümetteki desteğini askıya aldı, büyük bir politik kriz meydana geldi. 8 partinin oluşturduğu koalisyon ilk büyük sınavına böylelikle girmiş oldu.
Tarihin sayfasından…
İsrail’in kuruluş sürecinde Arap ve Yahudiler arasındaki çatışmalar ekseriyetle politik bir amaca hizmet etse de şiddetin kontrol altına alınamadığı katliamlarda gerçekleşmiştir. Siyonist zihniyetin Deir Yasin katliamı bunların en belirgin olanlarındandır. Bu sayede Araplara korku salmak istenmiştir. Sonuç itibariyle yaşananlar diğer ülkelere Arapların göçlerini hızlandırmış ve yine politik bir faydaya hizmet etmiştir.
Filistin Savaşı’nda, yerleşik halk Arapların şiddet temayülü ise farklı saiklerden beslenmiştir. İngilizlerin muhatap olarak Arapları görmeyip çoğunlukla Yahudiler ile temas etmeleri ve Yahudilerin ihtiyaçlarıyla ilgilenmiş olmaları şiddetin Araplar tarafında ortaya çıkmasında etkin bir ivme sağlamıştır.
İngiliz mandası altındaki sağlanmış koşullar dönemin yerleşik toplumlarının en temel ihtiyaçları olan barınma ve güvenlik meselelerinde onarılamaz problemler meydana getirmişti.
İletişimin çatışmaları önleyici özelliği manda yönetiminde sağlanamamıştı. İngiliz politikalarının tutarsızlığı ve Yahudi yanlısı tutumları taraflar arasındaki muhtemel iletişime zarar vermişti.
İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu, Musevilerin Filistin ile tarihi bağlarının olduğunu, “ülkede milli yurtlarını yeniden kurmalarının” haklılığını, İngiltere’nin bu mecburiyeti “bütün imkânlarıyla çabuklaştırması” gerektiğini onaylamıştır. Buna karşılık hazırlanmış metinde “Arap” kelimesi hiçbir şekilde geçmemekteydi. (1)
İngilizlerin Filistin’deki varlıklarının yasal dayanağı, Milletler Cemiyeti’nde belirtilen “Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkı olan self determinasyon hakkı” olmaktaydı. İngiliz manda yönetimi buna yardımcı olmakla görevlendirilmişti.
Buna rağmen Balfour Deklarasyonu’nda da görüldüğü üzere Filistinliler bir kez dahi olsun Filistinliler ve Araplar olarak kendi isimleriyle anılmadılar. Yalnızca medeni ve dini haklara sahip olan “Yahudi olmayan topluluklar” olarak tanımlandılar. Arapların ulusal ve siyasi haklarından hiç bahsedilmedi. Buna karşılık ulusal haklar “Yahudi halkına” atfedildi ve Milletler Cemiyeti Mandası, Yahudilerin ulusal kurumlar oluşturmasına yardım etmeyi Büyük Britanya’nın önemli bir sorumluluğu haline getirdi.
O dönemde ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan küçük Filistin Yahudi cemaati, böylece belirgin şekilde ayrıcalıklı bir konuma yerleştirildi. Buna karşılık Filistin nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan Arap çoğunluk ise ulusal veya siyasi bir varlık olarak fiilen göz ardı edildi.(2)
[1]Mim Kemal Öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1923), 7. b., İstanbul: Timaş Yayınları, 2018, s. 426.
[1]Rashid Khalidi, The Iron Cage, The Story of the Palestinian Struggle for Statehood, Boston: Wilsted & Taylor Publishing Services, 2007, s. 82.