6 Ekim akşamı yaklaşık 1000 kişilik Özgür Suriye Ordusu mensubunun İdlib alanına girmesiyle fiilen başlayan harekât, 12 Ekim akşamı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait bir kısım zırhlı, mekanize, komando ve özel kuvvetler unsurların da sınırı geçerek belirlenmiş gözetleme noktalarına hareket etmesiyle daha da somutlaşmaya başladı. 12 Ekim’den bu yana birlik intikalleri aralıklarla devam etmekte ve önümüzdeki günlerde de devam edeceğini söylemek yanlış olmaz. Hatta işin doğası gereği ilerleyen zamanlarda bir kısım askeri unsurlar İdlib’e girerken bazı birliklerin Türkiye’ye geri döndüğünü görmemiz de mümkün. Yani alandaki hareketlilik belirli bir seviyede devam edecek.
Bu harekatın barışı tesis/destekleme operasyonlarından oluşacağını, insani yardımlarla birlikte yürütüleceğini ve sivillerin zarar görmemesinin esas alınacağını, dolayısıyla klasik askeri harekat mantığını aşan bir yaklaşıma sahip olunacağını daha önce söylemiştim. TSK desteğindeki ÖSO ve askeri unsurlar konuşlanmalarını tamamladıkça alandaki somut gerçeklikler daha belirgin hale gelmeye başladı. Bu kapsamda insani yardım ve barışı desteklemenin yanında bölgedeki risk ve tehditleri de bertaraf edecek akılcı bir operasyonun yürütüldüğünü görüyoruz. Öncelikle Astana mutabakatının bir sonucu olarak taktik görev timleri ve görev kuvvetleri şeklinde teşkilatlanmış, muharebe potansiyeli yani hareket kabiliyeti ve vurucu gücü çok yüksek unsurlarla operasyonun yürütüldüğü görülmekte. Bu unsurların ani ve yakın hava desteği, keşif ve istihbarat ihtiyaçları eş zamanlı ve kesintisiz olarak sağlanabilmekte. Sahada öncelikle Halep’le de komşu İdlib bölgesinin kuzeyinde yaklaşma yollarına ve kavşaklara hâkim kritik arazilere yerleşmek suretiyle kontrolü sağlamak müteakip operasyonların daha emniyetli ve etkin şekilde yürütülebilmesi ve aynı zamanda birliklerin geri bölgelerinin güvenliğinin sağlanabilmesi açısından önemli. Ayrıca gözetleme yapılan üs bölgelerinde kalmak, halkla ÖSO ve Sivil Asker İş birliği (SAİB) unsurları üzerinden temas sağlamak toplum psikolojisi bakımından da olumlu adımlar. Bunlar zaten bölgede TSK ve birlikte hareket eden unsurlara yönelik var olan sosyolojik meşruiyeti destekleyen aktiviteler. Ancak konunun asıl stratejik yönü Reyhanlı’dan doğuya Halep’e doğru bir uzanım hattı şeklindeki konuşlanmanın sağladığı operatif ve stratejik üstünlük. Bu sayede kuzeydeki Afrin üzerinde ciddi bir baskı kurulmuş oluyor. Halep’le bağlantı tesis ediliyor ve PKK/PYD’nin güneye sızması önleniyor. Yani teröristler izole edilerek kendi şer yuvalarına hapsediliyorlar. Elbette böyle bir durumda TSK ve ÖSO unsurlarına karşı terörist saldırıların olma ihtimali her zaman mümkündür fakat unutulmamalıdır ki TSK’nın alandaki muharebe gücü teröristlere anladığı dilden fazlasıyla cevap verecek yeterliliktedir. Biraz daha makro bakacak olursak “bir yerde terör üret ve sonra oraya kendi ürettiğin teröristlerle müdahale et” mekanizmasını da akamete uğratan bir operasyondur İdlib operasyonu.
Belki de işin daha ilginç yanı alandaki operasyonel etkinin sebep olduğu yeni çözülme ve birleşmeler. İşte İdlib’in yeni sosyo-politik zeminini bu çözülme ve birleşmeler oluşturmaktadır. Başlangıçta çatışmasızlık bölgesinin oluşturulması esnasında TSK ve onun desteklediği ÖSO’ya yönelik bir direnişin olup olmayacağı konusundaki belirsizlikler zamanla ortadan kalkmaya başladı. Özellikle HTŞ ve Nusra Cephesi gibi bölgede yerleşik silahlı gurupların zamanla DAEŞ’e karşı birleşmeleri İdlib denklemindeki yeni birleşmelere işaret ediyor. Aynı şekilde özellikle son bir haftadır ÖSO’ya yönelik saldırı yapan DAEŞ ve PYD dikkate alındığında ideolojik yelpazeleri farklı olsa da kimlerin aslında aynı tarafta saf tuttuğunu anlamak mümkün.
Zaman boyutu ucu açık olan bir operasyonda belki yeni denklemlerle, yeni birleşme ve çözülmelerle karşılaşılması önümüzdeki süreçte mümkün olabilir. Ancak ne türlü olursa olsun İdlib sosyo-politiğinin İdlib halkının TSK ve unsurlarına verdiği sosyolojik meşruiyet ekseninde şekilleneceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Elbette bu durumun diğer aktörler üzerindeki etkilerini de dikkate almamız lazım zira her geçen gün Şii orijinli etkisini hem Irak’da hem de Suriye’de daha da arttıran İran’ın ve Rejime desteği sürdüren Rusya’nın yanında oyun kurucu rolüyle Türkiye, çatışmasızlığı sağlamada denge ve istikrar unsurudur. Ve bu kadar dış müdahalenin olduğu orta doğu coğrafyasında belki de en fazla ihtiyaç duyulacak aktördür.
Biraz da önümüzdeki sürece bakacak olursak en azından DAEŞ ve PYD’nin senkronize saldırılarının ve bölgeye sızma girişimlerinin artık kesintiye uğradığını söylemek mümkün. Diğer silahlı guruplar arasındaki ortak amacın DAEŞ ve PYD terörünü karşı birleşmek yönündeki gayretleri desteklenmelidir. Zira ÖSO’nun bölgedeki yerleşik unsurları da diğer silahlı guruplarla irtibatı kolaylaştıran bir husus. Bundan sonraki süreçte sahadaki konuşlanmalarla birlikte yürütülecek insani yardım faaliyetlerinin, çatışmasızlığın sağlanarak huzurun kalıcı olarak tesisinin gelecekte de Türkiye’nin uzun vadeli güvenliğinin sağlanmasında yararlı olacağı her zaman düşünülmeli ve buna uygun politikalara devam edilmelidir.