“Havada duman yok, gönlümdeki ateşi nasıl anlatayım...”
Yaşanan acının tarifinin anlatılamayacak, gösterilemeyecek kadar derinlerde oluşu bundan daha iyi hangi cümleyle izah edilebilir.
İnsanlık İçin Kayıt Altında İnisiyatifi’nin “Şifa Hastanesi 14 Günlük Vahşet” isimli belgeselindeki bir hemşire kardeşimizin feryadına ait bu cümle.
Filistin’in daha genel olarak da Mezopotamya’nın tarihi; bir tarafından bakınca şiddetin, diğer tarafından bakınca da hüznün ve feryadın tarihidir.
Bu coğrafyanın daha önce bir yanı tarıma dayalı bereketle ve -son yıllarda eklenen- enerji kaynaklarına ait bereketle doluyken; öbür yanı dasahip olma, mülk edinme mücadelelerinin bir sonucu olarakne yazık ki kan ve gözyaşı olmuştur.
Medeniyetin doğduğu bu topraklar -doğal olarak- inançların doğuşuna da şahittir.
Din savaşlarının merkezinin de buralar olması tesadüf değildir bu yüzden.
Hüznün ve feryadın tarihi de işte bu sebeplerle “mümbit hilal”de yazıldı.
Hz. Peygamberimiz de aynı yıl hem ona kol kanat geren amcası EbûTâlib’i hem de ilk eşi Hz. Hatice Validemizi kaybedince dâhil olmuştu hüzün tarihine; “hüzün yılı”yla…
Hüzün tarihinin bir diğer mağduru da yine bize çok uzak olmayan bir coğrafyada Endülüslü Müslümanlardı.
Onlar da yüzyıllar boyunca hâkim oldukları topraklarını Hristiyanlara kaptırınca tanıştılar zulümle ve hüzünle.
Üstelik de kendilerine verilen güvencelere rağmen yaşandı zulüm.
Bu yüzden Endülüslüler II. Bayezid’e iki istiğâse kasidesi (feryadnâme) yazmışlardı.
Batı’nın verdiği sözleri tutmayışının, Müslümanlara karşı uygulanan çifte standardın tarihi de çok eskidir ve ne yazık kigafil Müslümanların hâlâ aşamadıkları, “Batı’ya güven”in tarihi de çok eskidir.
Katil siyonistlerin kimin izinden gittiği, kimlerden destek aldığını da çok iyi biliyoruz aslında.
Birleşmiş Milletler’inhükümlerine, uluslararası hukuka ve onun yetkili yargı organlarının kararlarına rağmen devam eden bir soykırım da yine Batı’nın tarihsel riyakârlığının bir tezahürüdür.
“Güvenli bölge” diyerek masum insanları yönlendirdikleri yerleri dahi dehşetle dolduran bir katilliğin tarifi de yok artık.
Tarifi olmayan bir katliamın ürettiği acının da tarifi yapılamıyor işte; en baştaki feryatta olduğu gibi.
Kelimeler ağızlarda donuyor taş kesilmiş kalplerin zulmü karşısında.
Belki “taşlar bile isyanda” taşa benzetilen kalplerin ürettiği tarifsiz acı karşısında.
Pierre Bourdieu’nun, “devlet soyluları” olarak tanımladığı ve Amerikan’ın seçkin okullarından mezun olanların domine ettiği evanjelik siyasetin koşulsuz desteğiyle devam eden Gazze soykırımının da faili bellidir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin kâğıt bir dolarını imgeleştirenler; neyi, nasıl görmemiz gerektiğine dair de açık bir istikamet çizdiler.
Bir komplo ürünü olmayan bu imge Filistin’de, Mezopotamya’da yaşananlara dair de önemli bir göstergedir.
İmgeyi üretenler, ne görmemizi istiyorlarsa onu resmederler ve dondururlar.
Müslümanların artık romantizmden kurtulmasının zamanı çoktan geçip gitti.
Gazze’deki zülüm ve onun ürettiği feryat, bütün romantizmi ve edebiyatı paralize etti.
Bu acıyı ve feryadı önleyecek tek şey, realize olmuş bir güçtür.
Thomas Hobbes, “Kılıçla desteklenmeyen bütün antlaşmalar masada kalır” derken işte tam da bu hakikate işaret ediyordu.
Bugün de artık çözümün tek adresi, kılıca karşılık gelen güçtür.
İçimizdeki bazı gafiller “S-400’leri kime karşı kullanacağız” diyerek cehaletlerini gösterseler de barışın garantisi de hâlâ yine aynı güçtür…
Gazzeli hemşire kardeşimin beklediği ve feryadını yatıştıracak olan da kuşkusuz aynı güçtür…
Onun anlatamadığı, gösteremediği yürek yangınını söndürecek olan da aynı güçtür…
Gazze’deki ateşi söndürecek suyu ancak yüksek teknolojili uçaklar ve füzeler taşıyabilir…
Dolayısıyla hepimizin yürek yangınını, çaresizliğini dindirecek olan da aynı güçtür…
Oyalanma mühendisim, oyalanma yiğidim; takati kesilmiş Gazzeli bebek seni bekliyor…
Terör örgütlerinin mağdur ettiği mazlumlar seni bekliyor…