‘’Her şeyin bir zekâtı vardır, aklın zekâtı da hüzün ve tefekkürdür’’ demiş özünü hikmetle süsleyenler. Aklı olan düşünür, düşünen hüzünlenir. Neticede kalbin, hakikati idraki kilitleyen mühürleri çözülüverir…

Müslüman’a bu dünyada en yakışan şeyin hüzün olduğunu anlatır büyükler. Mahlûkattan sıyrılmış, yüzünü yalnızca âlemleri halk edenin izzet ve celâline çeviren bir hüzün… Onlar o büyüklerdir ki; kırk yıl yemese, melâl ile doyurur gırtlağını, zerre lokma aramaz. Yine öylesi vardır ki; cihan çapında bir lezzet kazanına düşse, kalbinde mâsivâlezzetlerinin izine rastlanmaz.

Mahbubiyet ağıyla sarmalanmış, sevilenlerden olmakla şereflenmiş bu büyükler dahi hüznü elden bırakmamışken, dünyanın sunduğu bütün günahlara parmak atanlara uygun düşen; hüznün denizine dalıp, kendini gussâ dalgalarına bırakmaktır.

Bu, bir mümin tavrıdır aynı zamanda. En üstününden en aşağısına, bu hüzünden hissesi vardır her Müslüman’ın. Kimi kedersiz nefes almaz, kimine kırk yılda bir vurur o kurtarıcı hüzün. Mesele, işte o hüznü aramaktır. Ne kadar akıl bahşedilmişse o kadar gam yüklenir insan. Ne kadar nasipliyse o kadar meyleder tefekküre. Bu noktada nasibi az olana düşende; aklı yüksek olanın aklına hayran kalmak ve onun ahlâkıyla ahlâklanmayı arzulamaktır.

Önce korkmalı kul olan. Çekinmeli, en elim azabın zuhurundan. Hüzne zorlamalı Müslüman kendisini. Sonsuzu tefekkür edip, gözlerine bereketli yağmurlar ekmeli. Ve sığınmalı, kederden sonra ölümsüz saadeti muştulayan o Mutlak Kudret’e. Rahman ve Rahim Olan’ın affına yaslanmalı. İnananlar için kederin, ölüme mahkûm olacağını hatırlamalı…

Vaat edilmiştir çünkü: Kıyamette her şey mizana koyulacaktır. Ve Cenâb-ı Hakk’ın korkusuyla şereflenmiş gözyaşları, ateş deryasını söndürecek güçte olacaktır. Alimler mürekkeplerini, şehitler kanlarını üstün tutacaktır âb-ı ahmerden. Fakat adaleti Yaradan’ın tartısında, Hak için süzülen gözyaşı ağır basacaktır. Vaadinden Dönmeyen’in vaadinden dönmek ise; aklın zekâtını ihanete bulamaktır.

Nitekim Bişr-i Hafi hazretlerine ne yiyip nasıl geçindiğini sormuşlardır. ‘’Herkesin yediği yerden’’, cevabını verir hazret; ‘’Ama yedikten sonra gülen ile yedikten ağlayan arasında çok fark vardır.’’

Öyle ya… Farkı olmalı, hakikate boyun bükmekle nimetlenenin.  Şükrederken de sabrederken de gam reçetesine sarılmalı iman ile ihsan olunan. Tanımalı ruha haysiyet biçen, onu elle tutulur kılan aziz ıstırapları. Şairin, ‘’ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bedendir bu’’ dediğine kulak vermeli. Hüznün afyonunda meşk edip, kaçışı olmayan meçhul akıbet ile dertlenmeli. Ve nihayet, Serendip vadisini üç yüz yıl gözyaşlarıyla ıslatan muazzez babasına (as) özenmeli…

Kelâm-ı kibarda buyrulur:

İyiler o kimselerdir ki; renkleri sarı, gözleri yaşlı ve dudakları solgundur.

Ya bizler… Her nefeste renkten renge giren, gözleri çölleşmiş ve dudakların her kıpranışında malayani salyaları akıtan bizler… Ne aklın ne de o aklı bize lütfedenin hakkına riayet etmeyen bizler…

Bizler iyi miyiz?

Hiç olmazsa aklımızın zekâtını verecek kadar cömert miyiz?