Bugün, dünya sanki sil baştan yıkılıp yeniden kuruluyor gibi. Dünyanın kadim şehirleri, Ortadoğu’nun kadim başkentleri tarihinde görülmemiş büyük yıkımlara sahne oluyor.
Dünyanın Batı yakası halkları olanı biteni tam olarak anlayamıyorlar. Günlük gündemlerinde bu yıkım ve katliamlar yer almıyor. Aynen bizler gibi, televizyon ve yazılı basının imkân verdiği kadarını görebiliyorlar. İşin doğrusu, tek taraflı olarak ciddi de bir sansür var. Görülmesi istenenden fazlası Dünyaya gösterilmiyor.
Bu yakada ise yürekleri parçalayan, yürek dağlayan fotoğraf görsel materyaller sosyal medyada ardı ardına önümüze sürülüyor. Bu tarafta psikolojiler bozuluyor, sinirler geriliyor, çaresizlik duygusu toplumun hücrelerine kadar enjekte ediliyor. Orada sadece Halep’i değil, Halep’le birlikte, doğu yakası sakinleri olarak bizleri de topyekûn tedip etmeye çalışıyorlar.
Kasım ayı başlarında, Halep’te savaş devam ediyorken kuşatma günbegün daraldığında, Halep’e insanî yardım koridoru konusunu çevremde ve üye olduğum WhatsApp gruplarında paylaştığımda buna hiç kimse bir anlam verememişti. Bugün maalesef Halep’in insani yardım koridorundan başka bir şeye ihtiyacı kalmadı. Gelecekte, coğrafyanın insanlarına savaş sonrası mezar kazmaları için yardım olarak kürek yollamayı istemiyorsak geleceği inşa edecek aklı tam da burada, Türkiye’de üretmek hepimizin boynunun borcu…
Sivil toplum kuruluşlarının faaliyet ve hassasiyetleri son derece önemli olmakla birlikte halkı Müslüman olan devletlerin her zamanki reaksiyoner tarzı, olayların arkasından sürüklenme dışında bir vaat içermiyor. Mesela Halep veya benzeri diğer bir ülke/şehir için preventif (önleyici) düşünceler üretilememesinin neticesinde, cesetlerin ardından çadır ve battaniye kampanyaları yapmamıza, maddi yardımlara ve duaya gücümüz yetebiliyor. Şimdi yapılması gereken, kendi ülkemizin bütünlüğünü koruyarak 20 yıl sonrasının Halepleri için ne yapılması gerektiğini düşünmek olmalıdır.
Bölgede Rusya, İran ve Türkiye’nin taraf olacağı büyük bir savaş beklentisi beş yıldır birilerinin iştahını kabartıyordu. Türkiye, gücünü, önceliklerini ve geleceği hesaba katarak, bütün sınırlarını zorlayarak doğru olanı yaptı ve yine uluslararası anlaşmaları ve çıkarlarını gözeterek güvenlik koridoru dışına müdahale etmedi, gönlümüzden daha fazlası geçse de edemedi.
Kamuoyunda oluşan, Türkiye’nin Halep’e gireceği veya daha derinlere doğru ilerleyici beklentisinin abartılı olduğu baştan beri hepimizce malumdu. Türkiye’nin güvenlik koridoru oluşturması ise bizim için kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştı ve bu koridoru başarı ile tahkim etme, şu ana kadar doğru ve ihtiyatlı şekilde yürütüldü. Güvenlik koridoru, yani ABD ve gerektiğinde Rusya ile anlaşılarak ilerlenen bölgelerin dışına çıkmanın ne anlama geldiğini az çok kestirebiliyoruz.
Bizden birçok yönden (ekonomik, coğrafi, askeri, gelir dağılımı, dışa açıklık vb.) daha zayıf olan İran’ın Suriye’de kendince başarılı bir diplomasi yürütmesi, bizden daha güçlü hamleler yapıyor olması kabul edilebilir değil. İran, sınırlarının ötesinde doğu ve batı istikametinde etnik, dini, mezhebi ve dil yakınlığı gibi her türlü bağı kullanarak genişlemeyi başarırken Suriye’de karşımıza dikilmesi ve pervasız ilerleyişi Türk dış politikası bakımından geriye doğru 40 yılı da kapsayacak şekilde detaylıca sorgulanmalıdır.
Şu anda içinde bulunulan durumu ve dünya sistemiyle uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkileri anlayabilmek için örnek olaylar olarak şu konulara eğilinebilinir:
İbretlik birer vakıa olarak Suriye konusunda İslam coğrafyasının sessizliği;
Irak’ta ve Afganistan’da kalıcı barışın tesis edilememesi;
İslam dünyasında %10’u oluşturan Şiiliğin, Tacikistan’dan Akdeniz’e kadar yeni Safevi veya Pers İmparatorluğu’nun taşıyıcısı olarak nasıl kurgulandığını ve önünün açıldığı; Bütün İslam dünyasına, özellikle geleneğinde asla yer olmayan Kafkasya, Orta Asya ve hatta Doğu Türkistan’da bile Vehhabiliğe kimler tarafından nasıl göz yumulduğu;
Kafkasya ve Orta Asya Müslümanlarının İslam ülkeleri gündemine gelememesi; onların ince ayarlı ve zamana yayılmış bir asimilasyona terkedilmeleri;
Bosna-Hersek’in nasıl resmen iki, fiilen ve psikolojik olarak üçe bölünerek sistemin hangi araçlar üzerinden kilitlendiğini;
Türkiye’nin içinden geçmeye zorlandığı gibi, bölünmesi için uğraşılan ve büyük potansiyele sahip Pakistan’ın durumu;
Doğu Türkistan’da Uygurların barış ve huzur içinde yaşamaları için gerekenler üzerinde kafa yorulmadığı;
Tacikistan ve Özbekistan’da neden bu kadar insan hakları ihlalleri yapıldığı ve basına sızamadığı;
Ve benzeri onlarca hayati konunun neden sürekli halkı Müslüman ülkelerin aleyhine geliştiğini anlayabilecek entelektüel birikim, bilgi, çalışma, gözlem ve saha tecrübesi olmadan, strateji oluşturulmadan akılcı ve gerçekçi politikalar üretmek asla mümkün olmayacak.
Kimse lütfen dış politikada saha uzmanlarımız yok demesin. Her sahadan onlarca isim söyleyebilirim size. Devlet aklı bu insanları bulup çıkarmak zorundadır. Aldığı kültür, ahlak ve eğitim dolayısıyla müdanasız duran birçok yetişmiş insanımız, kapı kapı dolaşarak “bizi keşfedin” diyecek ahlakta değildir.
Eğer “dünya işlerinin” gereklerini, usulünce, işin icabı ve kendi dilince, fizibilite ve altyapısını kurarak oluşturamazsak bize sinema sahnesi toplanırken gözyaşlarıyla dua etmekten öte bir şey düşmeyecek…