İman eden insanları sevince gark eden günler ve geceler vardır. Onların her birisi gökleri süsleyen ve nurlandıran kandillerdir adeta. Her birinden ayrı zevk, neş’e ve ibadet hazzı alınır. Zira onlarda yüklü apayrı manalar vardır.

Doğumuyla yeryüzünü nura boğan güzel Efendimizin Mevlid Kandili de onlardan biridir. Biz o geceyle O’nu hatırlar ve getirdiği mananın eşsiz hikmetlerini kavramaya çalışırız. O’nsuz dünya ile insanlığın nasıl karanlıklara gömüldüğünü ama Allah’ın onu görevlendirmesiyle de, nasıl huzura yolculuk yaptığına şahit oluruz.

Hüküm ve hikmetin Allah’a ait olduğunu hepimiz biliriz. Ama bu hüküm ve hikmetten kimleri nasiplendireceğini ancak, onları koyan O yüceler yücesi Rabbimiz bilir. Bunda O’nun sevgisi ve muhabbeti ön plana çıkar. İşte “âlemlere rahmet olarak gönderdiğini” haber verdiği peygamber Efendimiz (sav), bu hakikatleri Allah’ın kullarına aktarma yetkisini bizzat Rabbimizden almış ve en güzel şekilde de tebliğ etmiştir. Bu bizler için de apayrı bir lütuftur.

O’nun bu görevi açıkça zikredilmiştir: “İnsanlara açıklayasın diye Kur’an’ı sana indirdik.” (16 Nahl 44)

O Rasûl ki gerçekten bir kandil olarak gönderildi insanlığa: “Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (33 Ahzab 45-46)

BÜYÜK DOĞUM; HZ. MUHAMMED MUSTAFA (SAV)

Yıl 571. doğum sancıları çekmekte gökyüzü.

Sevinç gözyaşları dökmekte yeryüzü…

Meleklerde ayrı bir sürûr…

Zaman çatırdıyor, çatlamak üzere…

Âlemlerin en güzel doğumuna…

Azıcık bir andı durduran…

İşte böylesine bir doğumun arifesinde, Ebrehe ordusuyla geliyordu Mekke’ye. İhtişam, gurur, kibir alabildiğince… Burnundan soluklanıyordu Fil’lerin komutanı. Yıkacaktı, yerle bir edecekti Kâbe-i Muazzama’yı. Yağmalıyordu Arapların mallarını…
Bir ara karşısına dikilen, Büyük Doğum’un atası ve Mekke’nin reisi, Abdülmuttalib idi. O, yağmalanan develerini isteyince kendisinden;

“Ne kadar da küçüldün gözümde! Ben de senin Kâbe için yalvaracağını sanmıştım,” demişti.
Dede Abdülmuttalib inancından emîn ve kararlılık içerisinde;

“Ben develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kâbe’nin sahibi de Allah’tır. O, Beyt’ini korur” demişti.

Hücum emrine bir türlü uymayan Fil, orduyu ve bütün planları altüst edivermişti. Çünkü onun da sahibi Allah’tı, Celle Celâlühü. Sonra da hiç görülmemiş sürü sürü kuşlar ve attıkları kurşunlar… Daha sonra “yenilmiş bir ekin yaprağı” oluvermişti koskoca ordu.
Ezberlemişti bu hadiseyi bütün topluluklar. Senenin adı artık, Fîl Senesi olmuştu.

Sancıları iyice artmıştı Büyük Doğum’un. Sayılıydı günler. Sadece elli gün…
Evet, Fîl olayından elli gün sonraydı. Babanın göçtüğü, dedenin gözettiği o kutlu evde bir dalgalanma vardı. Sevinç rüzgârları esiyordu. Çünkü, “Muhammed” (sav) geliyordu.

Muhammed!

Yer ve gökler bu isme hasret!

Muhammed!

Adıyla hatırlanır Hakk’a hamdetmek…

Muhammed!

“Yerde insanlar, gökte melekler övsün” diye söylendi Muhammed!

Onadır binlerce salât ve selâm…

Sallallahü Aleyhi ve Sellem!

İNSANLIĞIN BİRİNCİSİ

Rebîü’l-Evvel on iki, nisanın yirmisi,

Doğmuştu yerler ve göklerin bir incisi,

O güzeldi ki, insanlığın birincisi,

Allah’ın Habîbî, kulların en iyisi.

Babası Abdullah, Âmineydi annesi,

Görenler sanırdı ki, o bir gül destesi,

Bir seher vaktiydi, günlerden pazartesi,

O gündü alemlerRabb’ına ilk secdesi.

Almıştı kucağına, götürmüştü Dedesi,

Çoktandır bekliyordu Allah’ın Kâbesi,

Ulaşacaktı kutlu mekândan duâsı,

Şifa bulacaktı Beytullah’ın yarası.

Meleklerdi intizar edip gözetleyen,

Putların yıkılacağı ânı bekleyen,

Tevhid sadâsını candan duymak isteyen,

Cebrail’di ilk vahye hazırlık eyleyen.

İşte o gün doğmuştu Ahmed’in yıldızı,

Tutmuştu Yahudîleri içli bir sızı,

Artık kesilecekti, şirkle küfrün sözü,

Gerçeği görecekti, insanlığın gözü.

Şimdi gelenler vardı Benî Sa’d yurdundan,

Haber bekleniyordu yeni doğumlardan,

Hepsi de almıştı varlıklı olanlardan,

Kim isterdi ki, babadan yoksul olandan.

Eli boş gitmek istemiyordu Halîme,

Tevekkülle kucak açmıştı bu yetîme,

Hayran olmuştu görünce gül cemaline,

Kaptırmıştı kendini gülümsemesine.

Bindirince Halîme cılız merkebine,

Bakakalmıştı sür’atlice gidişine,

Geçmişti kabîlesinin kadınlarını,

Artırmıştı bu hal, onların kıskancını.

Dolakalmıştı göğsü sütle Halîme’nin,

Hem de koyunlarıyla o zayıf devenin,

Doyuvermişti karınları her birinin,

Anlamışlardı kıymetini Muhammedin…

Vakit tamam olduğu an gelmişti Cibrîl,

Artık kuduracaktı nice Ebu Cehil,

Îmana koşacaktı Ammarlar, Bilâller,

Güç yetiremeyecekti Ebu Lehebler…

Şimdi kan kokan eller, şefkat doluyordu,

Taşlaşan kalpler artık, rahmet sunuyordu,

Zalimlerin kılıcı kesmez oluyordu,

Diller coşkuyla “Allahü Ekber” diyordu.

EY BÂD-I SABÂ

Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun Semt-i Haremeyn’e,

Selâmım arz eyle, Rasûlü’s-Sakaleyn’e,

diyen âşıkların gönül haliyle selâm olsun sevgili Peygamberimize! İnsan olmanın hazzını, mü’min olmanın tadını ancak böylesine manâlarla yaşar insan.

Aşk, sevginin eseri,

Sevgi, aşkın temeli…

Bir şeyde aşk derecesini yaşamak, sevgi tohumlarının kalp âlemine atılmasıyla başlar. O, orada neşv-ü nemâ bulup geliştikçe, âdeta gönül âlemini kaplar. Başka bir şey göremez olur âşık.

İşte Rasûlullah’a sevgi de böyledir. Bu sevgi, ileride bir aşk âlemine dönüşür. Bu sevginin aşka dönüşmesiyle Allah muhabbeti başlar gönül hanesinde. Bir coşku vardır artık. Yerinde duramaz olur o insan. Ağlamak ve çağlamaktır işi… Bir ara kapanır, susar. Gönülde mertebeler geçer bu arada. Olgunlaşır, terbiye olunur. Sonra gün olur, açılır. Konuşmaya başlar. Artık onun sözleri kalplerin şifası olur. Zira o, zikrullah ile yoğrulan bir gönülden konuşmaktadır. Allah’ı anan dillerden geliyor o sözler; süzülerek…

Biz inananların Rasûl-i Ekrem’i (sav) çok sevmesi de buna bağlıdır. Zira O’nu en çok seven Rabbimizdir. Allah’ın (cc) sevdiğini bizler de sevmeliyiz. Çünkü;

Rehber kıldı Muhammed Mustafa’yı sevgisine,

Yol O’nun yoludur, gerek var mıdır gerisine?

Allah sevgisine ulaşmak ancak Peygamberimizi çok sevip, O’nun getirdiklerini tatbik etmeye bağlıdır. Bu konuda Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

-“Allah’uTealâ’nın size verdiği sayısız nimetler için O’nu seviniz. Beni de, Allah sevdiği için seviniz. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için seviniz.” (Tirmizi, menâkıb 31)

Görüldüğü üzere Allah Sevgisi Peygamber Efendimizin sevgisini, onun sevgisi de ehl-i beytinin sevgisini gerektirmektedir.

“Hz. Peygamber’i sevmek övülür; zira Allah sevgisinin aynısıdır. Âlimleri ve muttakîleri sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun mahbubu mahbubdur. Mahbubun elçisi sevilir. Mahbubun dostu güzeldir. Bütün bunlar esasın sevgisine dönüşür.” (İmam Gazâlî)

Şüphesiz ki sevgi mefhumu, kişiler arasındaki ilişkilerde en büyük rolü oynamıştır. Cemiyetlerin teşekkülünde, aile ve akrabalık bağlarında da hakîkaten etkendir.

Sevgi mefhumunun Allah ve Rasûl’ü adına da çok büyük önem arz ettiğini ve asıl sevginin de bu olduğunu görürüz. Onun içindir ki Kur’an’da Allah sevgisinden sık sık bahsedilir. Allah’ı seven insanların, Allah tarafından sevileceği haber verilir. Bu manâda ise kulluğun zirve noktası ortaya çıkar. Pekâlâ buna nasıl ulaşılacak? Cenab-ı Hakk bunun için hangi yolu göstermiştir? İşte bunun çok açık cevabı:

“(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsan‎ız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlar‎ını‎zı‎ bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (3 Âl-i İmran 31)

İşte Allah’ın (cc) bizzat Rasûl’ü tarafından haber vermesini istediği gerçek. O’nun sevgisi de Sünnet’ine ittiba ile ortaya çıkacaktır.

O’nu hakkıyla sevmenin en bariz işareti olan Sünnetini yaşamak arzu ve iştiyakıyla, Allah’ın selâmı O’na ve sevenlerine olsun!