Bakmayın siz bugün bu Batı’nın hâkim güçlerinin Yahudi severliğine.
“Daha dün” denecek kadar yakın bir geçmişte Avrupa’nın, Yahudilere vebalı muamelesi yaptığını en yetkin ağızlar yazmadı mı?
Eğer unutmuş olanlar varsa ben onların bazılarını buradan hatırlatacağım.
Böylece belki Yahudiler yaşadıkları “Stockholm sendromu”nu, Avrupalılar da ne kadar zalim olduklarını tekrar hatırlamış olurlar; tabii son kertede siyonist İsrail de zalimine nasıl dönüştüğünün mukayesesini yapar belki.
Hitler’in de yaptığı soykırımla aslında nasıl bir tarihe yaslandığını, dedelerinden pek farklı olmadığını da görmüş olurlar bu vesileyle.
Taa 1215’te Katolik Kilisesi’nin tıpkı cüzzamlılar gibi Yahudilerin de özel kıyafetler giymesini emretmesiyle başlayalım isterseniz.
Bu karar, cüzzam hastalığının sebebi olarak gördükleri Yahudilere de cüzzamlı muamelesi yapmak anlamına geliyordu.
Söz konusu inanç Avrupa’nın neredeyse tamamında karşılık bulan bir şeydi ve sonuçları da korkunç oldu.
1321’de Fransa Kralı V. Philip, Yahudileri cüzzamlılarla aynı kefeye koydu ve onlar da tıpkı cüzzamlılar gibi işkence gördü, kazıklara bağlanarak yakıldılar.
Çünkü su kuyularının Yahudiler tarafından enfekte edildiğine inanılıyordu ve bu tarz komplolar havada uçuşuyordu.
Papa VI. Clemens’in doktoru Guy de Chauliac de kaleme aldığı “Büyük Cerrahi Rehberi” kitabında cüzzamın belirtilerini listelemişti ve vebanın kökeni konusunda şunu yazmıştı: “Bazı yerlerde Yahudilerin dünyayı zehirlediğine inanıyorlar.”
Bu, daha sonra korkunç sonuçlar doğuracak bir komplo teorisiydi elbette.
Yaşananlar, iman edilen bir komplonun nelere sebep olabileceğini çok acımasız yüzüyle tarihe kaydettirdi.
Aradan geçen 800 yılın sonrasında “kara ölüm” Avrupa’ya yeniden döndüğünde de hedefte yine Yahudiler vardı.
Toulon’daki Yahudi evleri yağmalandı ve evinden sürüklenerek çıkarılan yaklaşık 40 kurban feci şekilde katledildi.
Kuyuların yine Yahudiler tarafından enfekte edildiği iddiaları Avrupa’nın her yerine yayıldı ve Almanya’ya da ulaştı.
Nico Voigtlander de Basel ve Strasbourg’daki Yahudilerin ateşe verilmek üzere özel inşa edilen evlere götürüldüklerini fakat topluca yakılmaktan dirençleri sayesinde kurtulduklarını yazar.
Tabii Almanya’nın her yerindeki Yahudiler o kadar da şanslı olamadı.
Evet, Avrupa’nın Yahudi düşmanlığının sebebi elbette salgınlar ve hastalıklar değildi.
Fakat salgınlar, Yahudi düşmanlarına çok kanlı bir bahane sunmuştu.
Tıpkı bu katliamların son halkasının müsebbibi Hitler’e de farklı şeylerin kanlı bir bahanesini sunduğu gibi.
Avrupa’nın Yahudi düşmanlığı aslında genetik kodlarında gizlidir; inanç mekanizmaları ile de desteklidir.
Avrupalıların Yahudileri kilometrelerce uzağa sürmesinin sebebini de bu açıdan bakıldığında daha iyi anlamış olabiliriz.
“Veba”dan uzak durmak herhâlde böyle bir şey.
Batı’nın gözüyle o “veba”nın bugün kimleri enfekte ettiğinin bir önemi yoktur; yeter ki Batı dışında olsun.
Belki de Batı’nın siyonistlere olan desteği “veba”’nın uzakta kalması içindir.
Zira yükselen aşırı milliyetçiliğin Batı’da yeniden bir Hitler çıkarma potansiyeli yok olmuş değildir.
Aslında Yahudiler en güvenilir hayatlarını Müslümanların içinde yaşadılar.
Bunun örneklerini Peygamberimizin döneminden başlatıp Endülüs ve Osmanlı’ya kadar götürebiliriz..
Fakat ne acıdır ki siyonist Yahudiler, en büyük korumayı gördüğü toplumlara karşı Hitler’i taklit ediyorlar; hem de katliamcılarıyla iş birliği içinde yapıyorlar soykırımlarını.
Nitekim bu sahte dostluk bittiğinde, İslam’ın adalet kılıcıyla tekrar doğruya erişeceklerini de unutmasınlar.
Vegetius’un dördüncü asırda kaleme aldığı “De Re Militari” kitabında yazan ve bugün savunmacıların sıkça yinelediği şu sözü de Müslümanlara tekrar hatırlatmak isterim: “Barış isteyenler savaşa hazırlıklı olmalıdır.”
Zira zalimin merhametini beklemek beyhudedir…