Yazıma ilham veren Kierkegaard’nun; “Düşünürü olmayan düşünceler.” cümlesi bende, kullanıldığı anlamın çok dışında bir tesirle bir şeyler uyandırdı.

Günümüzdekini ifade etmeden önce hakkıyla devralamadığımız/aldırılmadığımızın ne olduğunu, Prof. Dr. Hasan Akay bir röportajında ne kadar da güzel ifade etmiş; “Vârisi olduğumuz medeniyetin beyni ilim ve sanat, kalbi iman ve aşk, ruhu hikmet ve şiirdir.”

Mühim bir savruluşun ardından geldiğimiz noktada fikrin, tefekkürün ve elbette bunların icracısı olan mütefekkirin derin bir bakışla ve duyuşla yeniden keşfedilmesi gerekir; bu keşif ihtiyacı, saydıklarımla ilgili olmayıp bizzat keşfetmesi gerekenlere aittir. Zira asıl manayı yakalayanların bir keşif beklentisi ya da şöhret fetişizmi olmaz/olamaz.

Ekranlarda kendine ait olmayan fikirlerle sözde “mütefekkir” cakası satan tipolojiler, aslında gerçek bilen ve anlayanlar nezdinde, bu iğreti halleriyle çok acınası haldeler. Alın teri dökmedikleri için içselleştiremedikleri/hazmedemedikleri bilgilerle, “ekran fetişizmi” uğruna kendilerini de heba ediyorlar.      

Telife saygı müellife saygıyı beraberinde getirir; oysa görünen bu tabloda her ikisi de haksızlığa uğramaktadır. “Cüret” etmenin de bir usulü, adabı olmalı. Fikrin sahibi anılmasa bile mana ve derinlik mutlaka korunmak zorunda; fikrin kendisine saygının bir gereği olarak. Görsel medya yazılı medya gibi değil, her konuştuğunuza bir dipnot düşme şansınız olamaz. Ama anlam ve sentaks akışı, telaffuza hâkimiyet de yok sayılamaz.

Mana derinliği korunamayan bir aktarım, fikrin müellife ait olamaz; aktarana ise hiç ait olamaz. “Peki, o zaman kime aittir?” derseniz söyleyeyim. Bu tarz çarpıtılmış, tepe takla edilmiş, bir şuurdan yoksun, “düşüneni olmayan düşünceler” iyi ile kötüyü, yanlış ile doğruyu ayıramayan ama bu sahipsiz, bozuk bilgilere ekranlar aracılığı ile muhatap olmuş kişilerindir.

Çünkü onlar, sırf birilerinin ekranlarda olabilmek adına ortaya koyduğu ajitasyonların, spekülasyonların, çarpıtma ve hezeyanlarının kurbanlarıdır. Birileri egosunu tatmin ederken bir diğeri, denetleyemediği bilginin “kurban”ı olarak, hayatıyla bedel ödeme noktasına gelmiştir.

Kendi olarak kalamayan bu “reyting manyakları”, her konuya ve her gündeme göre anında unvan değişimi yapma kudretine de sahipler; tam bir bukalemun vâri olarak…

Ekran karşısındayken insanların çoğu “alfa modu”unda -beynin pasif olduğu, sorgulamasız bir seyir durumu- olduğu için bu “bukalemun tip”ler, her girdikleri kılıkta “görev” ifa edebiliyorlar.

Bu noktada da TV kanallarına büyük bir hassasiyet düşüyor elbette. Açık kaynaklardan o kişilerin ilmi birikimlerine dair iyi bir sorgulama yapılması çok önemli. Elbette beyanları, yorumları, ilmi olana bu bukalemunlukla ilgili çok şey söyler zaten; bu zeminde bir endişe olduğunda farklı denetleme mekanizmalarının devreye girmesi gerekir. Bu olduğunda, iyi bir “fikri takip”le bu kişilerin bütün hokkabazlıkları ortaya çıkacaktır.

Günümüzde birkaç diplomaya sahip olabilme imkânları sebebiyle kendisini donandırmış olan, disiplinler arası bakışa hâkim, hangi alandan nereye kadar istifade etmesi gerektiği noktasında sınırlara sadık olanlar bu kastın dışındadır.  Özellikle de filozofik bir bakış elde etmiş, anlam katmanlarının üst tabakalarına ulaşmış, “derin tefekkür ehli”yle ilgili yorum yapmaksa zaten beni aşan bir durum…

Yani bu yazının hangi aymazları kastettiği gayet açık aslında… Onlar, iflah olmaz hastalıkları sebebiyle, karşımıza çıkmak için her yolu deneyeceklerdir muhakkak. Burada iş yine izleyici kitlesinin bilincinde saklı… Televizyon izleme modunu, daha eleştirel kalabileceği “beta” durumunda tutmalı, daha uyanık kalmalı. Tabi bu “uyanık” olma hali bilinçten, bilmekten bağımsız işlemeyecektir.

O vesileyle okumaya ve derinleşmeye ihtiyacımız var…