Anlaşılmaz bir şekilde kontrolünü bir an kaçırdığım gözlerim, hafif sola kayıyor. Bütün çabalarıma rağmen sarhoşu görmek zorunda kalıyorum. O kırmızı soysuz surat hala kıpırdamadan beni izliyor. Gözleri oksijenimi azaltıyor. Kimselere anlatamayacağım yeni paranoyaların başlamasına neden oluyor. Ustalıkla kahroluyorum. İğneler ellerime saplanıyor. Acının tarihsel gelişimini yadırgamadan akan kanda düğümlenip, çocukken okuduğum masallardan birine çatıyorum. İğne uğraştıkça elime daha çok gömülüyor. Adamın gözleri büyüyor. Nefretim fetişist uçlara kaymaya başlıyor. Oysa adam acımın bir benzerini hisseder gibi ben iğneyi çekiştirdikçe suratını büzüyor.

“Ne bakıyorsun bee!”

Hiç tepki vermiyor… Allah’ım, aklıma sahip çık… Öfkemi dışa vurmazsam delireceğim.

“Konuşsana bee! Konuş lan!”

Nihayet başını başka bir tarafa çevirdi. Yeniden yaşamaya başladığımı hissettim. Burun deliklerim sudan çıkmış balığın solungaçları gibi hızlı hızlı açılıp kapanarak, bu huzur anının bütün nefeslerini sanki bir daha yaşanmayacak gibi soğuruyor. Göz ucuyla kontrol ediyorum. Adam hala başka tarafa bakıyor. Bu fırsattan yararlanarak, seri ve prezantabıl hareketlerle yemlerimi iğnelere takıp savurarak denizin bağrına gömüyorum. Adam hala başka tarafa bakıyor. Niye ki…?

Şimdi rüzgarın şakaklarımda o şefkatli ellerinin itinalı gezintilerini hissedebiliyorum. Güneş sağ kaşımın üzerinde kıvrılıp, geri uzaklara dönüyor. Göz kaslarım ağırlaşıyor. Adam iğrenç sesler çıkararak elindeki şarap şişesini soğuruyor. Adam hala bana bakmıyor…….. Niye ki…?

Fırsattan istifade bu sefer ben ona bakıyorum. Kırk kırkbeş yaşlarında. Üzerindeki pardösünün pislikten rengi seçilmiyor. Ne hikmetse içine sarı bir tişört giyip, kayışa dönmüş bir de kravat takmış. Şalvara dönmüş bir pantolon, altında çıplak ayaklar ve bulaşmış balık eziği… Amma dikkatli kestim adamı… Kendi yaptığımdan utanıyorum. Kendime kızıyorum. Ne diye bakıyorsun elin adamına, sana ne. Balığını tut, hayal kur ve ülkeni düşün. “Yıkılmadık ayaktayız.” Oysa martılar ne kadar güzel ve deniz ne kadar lacivert…

İşte o muhteşem an geldi. Oltamdaki yemin balık tarafından didiklenişi, oltamın ucunda ritmik hareketlere neden olurken, adrenalin salgılarım iliklerime kadar tatlı bir ürperti veriyor, doz arttıkça bir humma sarıyor bedenimi. Nefes bile alamıyorum. Tıkırtılar alıp beni başka tıkırtılara saplıyor. O tıkırtıları karnımda ve kalbimde hissetmeye başlıyorum.

-Çe… çe… çekiyor… Aman Allah’ım…!

Balık yakalandı ve oltamı çekiyor. Sakin… Sakin olmalıyım. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla düzenli hareketlerle oltamı çekerken ucundaki ağırlığın zorlamaları heyecanımı bir kat daha artırıyor. Adamı iyice unutmuş olmalıyım. Bütün engelleme ve dayatmalarına rağmen, bak işte yakaladım… Balığım geliyor. Kim bilir ne kadar büyüktür. Kim bilir cinsi nedir. Artık görebileceğim bir yere kadar yaklaştı. Gümüş renkli sırtında parlayan güneş gözlerime dokunduğunda gayri ihtiyari gülmeye başlıyorum. “Yakaladım işte… ha… ha… hay! Hem de kocaman… Yakaladııım lan!”

Tam oltamı sudan çıkarıyordum ki unuttuğum adam, işte o sarhoş adam, bir anda ellerime sarıldı. Deliye dönmüştüm.

-Bıraksana be adam. Bırak dedim sana.

-O dragonya.

-Başlarım gonyana.

Artık bu adamı öldürebilirdim. Hatta öldürdükten sonra küçük parçacıklara ayırıp, balıklara yem yapabilirdim. Hatta gözünün birini oyup, diğer gözü bakarken çıkardığım gözü pişirip tekrar ona yedirebilirdim. Hatta Filistin askısında aylarca bekletip her kahvaltıda oralarına elektrik verebilirdim.

-Öldürecem lan seni. Bırak oltamı.

-O dragonya…

Artık kan beynime sıçramıştı. Hatta kulaklarımdan, burnumdan dışarı çıkabilmek için korkunç bir basınç uygulamaktaydı. Artık vicdanen de bir sıkıntı duymadan, bu cehennem zebanisini, bu alçak sürüngeni, bu laneti parçalayabilirdim. Oltayı bırakıp gırtlağına sarıldım,

-Bırak ulan, bırak ulan bıraaaak…!

Adam her şeye rağmen oltanın ucundaki balıkla ilgileniyordu. Ayağıyla başını ezerek oltadan kurtardıktan sonra, bir tekme ile o canım balığımı denize gönderdi…

-Allah’ın cezası, niye attın lan balığımı denize?

Boğazını iyice sıkmaya başlamıştım. Adam artık morarmış dudakları arasından “O dragonya” diye inliyor, ben 18 yıl mahpus yatmayı göze almış boğazını sıkıyordum. Birden bir sürü el bedenimi kavrayıp adamı elimden kurtardı. Onlara da saldıracaktım ama karşımdaki temiz yüzlü denizci çocuğun gözlerimin içine masum bir ifadeyle, yalvarırcasına bakışını fark edip sakinleştim…

-Abi ne kızıyorsun adama, yakaladığın dragonya idi. Hem de bayağı büyüktü. Balığın sırtındaki zehirli iğnelerine bi dokunsan ya felç olur ya ölürdün. Adam seni kurtardı. Sen teşekkür edeceğine boğazına sarılıyorsun…

-Ne… Dragonya mı?

Gözlerim sarhoşu aradı. Yolun sonunda kaybolmak üzere bağıra bağıra gidiyordu…

-O dragonya, salak herif o dragonya.