Bir kır çiçeğiyle suyunu paylaşan bu adam, kimilerine göre bir meczup, kimilerine göre bir eren, eleştirmenlere göre empresyonist bir ressamdı. Kendisine sorarsanız, renklerin üzerinde panayır kuran inanmış bir gökkuşağı taciriydi. Çiçeğe son kez parmağının ucundan sevgi emzirdi. Gözyaşının arkasına gizli bir huzur yerleştirip ağır ağır barakanın yolunu tuttuğunda güneş iyice yükselmiş, iliklerine kadar şükre bulanmıştı.

Verandadan çıkıp odasına girdi. Dağınıklığına kendisi de kızarak boyalarını, tuvalini, şövalesini toplayıp özenle sırt çantasına yerleştirdi. Kenardaki sararmış aynadan kendisini süzüp, saçına, üstüne başına çeki düzen vermeyi ihmal etmedi. Denize, yani sevdalısına giderken her sabah bunu yapardı.

Gittikçe hızlanan adımlarla tepedeki keçiyolundan aşağıya inmeye başladı. Denize yaklaştıkça heyecanlanıyor, soluğu tıkanıyor, sevdalısıyla o ilk buluşmalarındaki gibi duygular ayağına dolanıyor, adımlarını hızlandırıyor, hızlandırdıkça düşüncelerine yetişemeyip, “biraz yaşlandım mı?” şüphesine kapılıyordu. Önünden geçen küçük bir yılana yol verdi. İnce bir tebessümle tarla kuşunu selamladı. Minik bir arının kendisini sokmasına izin verdi. Başının üzerinde acemi daireler çizerek dolanan, ürkek dağ kuşuna martılarla tanışıp, denizi sormasını önerdi. Bunların hepsi on adıma sığmıştı. Hayatın hepsi olsa olsa on adımdı zaten…

Deniz sabah buruşukluğunu atmış, gergin mavi bir atlas gibi gökyüzünün mavisini tahrik ediyordu. Ayaklarını çıkarıp denize soktu. Bir yudum su içti. Suratını ekşitti.

-Bugün yine aksiliğin üzerinde,

diye söylendi. Şövalesini kumsala yerleştirirken oldukça zorlandı. Ayak başparmağını ısıran yengece kızdı. Sonra bir sigara yakıp kenarda oynaşan kefal yavrularına daldı gitti. Vakit öğlene yaklaşırken tepedeki güneş rahat çalışmasını engelliyor, sık sık uğraşına ara vermek zorunda kalıyordu. Tuvaline iki metre kadar uzaktan tekrar baktı. Sarının hükmüne giren renkler gittikçe belirginleşen bir çölün habercisiydi. Deniz kenarında bir adam, denize bakıp çöl çiziyordu. Tepelerdeki ormanlara bakıp çöl çiziyordu.

Tuvaldeki çöl gittikçe büyüyor, kuzeydeki kenti yutuyordu. Karıncaların nefesleri, köpek ulumaları birbirine karışıyordu. Bir adamın köpeği ısırması, kentin karantinaya alınmasına sebep oluyordu. Dedelerini müzelerde saklayan çocuklar küçük ayrıntılar olarak kentin figürleri arasına sızıyordu.

Çölün ortasına büyükçe bir sinema inşa ediyorlardı. Çöldeki çaresiz ve aç insanlar anlaşılmaz bir şekilde içinde bulundukları durumu unutmuş sinema için adeta bayram yapıyor, sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. Onlara bunu hediye eden Amerikalı amcaların önünde saygıyla eğiliyorlardı. Zencilerden ve mavi derililerden uzunca bir kuyruk oluşmuştu. Kuyruktakiler itişip, kakışıyor olabilecek sosyal patlamalara zemin hazırlıyorlardı. Ekmeksiz kaldıklarında, açlıklarını onurlarıyla bastırabilen bu insanlar, çocukları açlıktan kırılırken bile bir şey istemeyen bu insanlar, bir bilet için onursuzca yalvarıyorlardı.

İhtiyar tabloya kenetlendikçe yüz hatları geriliyor asabileşiyor, çölün üzerine ısrarla kırmızı bir gök boyamaya kalkıyordu. Bu durum denizden azan histerik mavilerin insanları boğmasına neden oluyordu. Kendi çizdiği tablodaki insanlara derdini anlatamıyor, bu kandırılmışlığa, bu soysuzluğa çözüm üretemiyordu.

-Ey..! İnsanlar!

Var gücüyle bağırdı;

-Eyy..!

Sanki hepsi sağır, hepsi kör olmuşçasına en ufak bir tepki vermiyorlardı. Ressam kahroluyor, inadına bağırmaya devam ediyordu. Her türlü çabasına rağmen sinema açıldı. Üç boyutlu bir film, Dolby stereo ses efektleriyle çöl halkını deli etmiş filmi eleştirenler daha ilk cümlelerini söylemeden oracıkta katledilmişlerdi. Filme karşı çıkanlar gerici ve modern yaşantının önündeki engeller olarak lanse ediliyordu. Perde karmakarışık kahramanlarla dolmaya başladı.

İhtiyar olanca gücüyle müdahale ediyor, her çıkan karakteri tuvalden silmeye çalışıyor ama gücü teknolojiye yetmiyordu. Perde gitgide kalabalıklaşıyordu. Leylaların arasına, Emmanueller, Mecnunların arasına Don Juanlar, Köroğlu’nun yerine Alcapone, İstanbul’un yanına New York, inananlara kravat mağazası, şairlere idam cezası…

Her şey ama her şey muazzam bir oyunla çöl halkına sunuluyor, işin acı yanı çölün zavallı insanları her sahneyi alkışlarla karşılıyordu. Kenardaki savaşları, Bosna’yı, Kudüs’ü, Bağdat’ı Çeçenistan’ı, Lübnan’ı İngilizce yorumluyorlardı. Ressam son bir gayretle sahneye kendi kahramanlarını koymaya çalışsa da boşa gidiyordu. Makinist yerlere dökülen beynine rağmen ustaca kesintilerle kahramanlara mani oluyordu. Tarih yeniden yazılıyordu. Tarihi kurşun kalemleriyle, kahramanları asanlar yazıyordu.

Postallar ve silahlar çöl halkının iştahını kabartıyor makinist kahramanlaşıyordu. Çaresiz ihtiyar, son kez gücünü toplayıp tekme savurdu. Tuval denize uçtu. Derin bir oh çekti, kargaşa bitmişti. Çöle ağır ağır deniz yürüyordu. Mavi her şeyi örtüyor hatta gökyüzüyle birleştiğinde bütün ayrıntıları kaybediyordu. Kenti umuda sarıp sarmalıyordu. Bu durum en çok sinemacıları rahatsız etti ve perdeden kötüler silinip gerçek kahramanlar yerini alıncaya kadar mavi hükmünü sürdürmeye devam etti. Artık aşkı Leyla ile Mecnun’a, kahramanlığı Köroğlu’na vermek zamanıydı ki her şey sular altında kaldı.

İhtiyar ressam denize doğru yürüdü, su boyunu aşmak üzereydi ki tuvale ulaştı. Tuvali sudan çıkardığında hayretle donakaldı; tablodaki deniz köpükten gövdesiyle şaha kalkmış bir kısrağı andırıyordu. Gök patlamış fırtınalar ve boranlar arsında tam denizin ortasında muhteşem bir mabet yükselmekteydi.

-Çok şükür.

-Allah hepsini boğulmaktan kurtardı… Çok şükür bağışladı.