Eleştirel tarih okumaları sırasında birçoğumuzun ortak tespitleri, geçmişi kendi şartlarından ve bağlamından kopararak acımasızca eleştirme yönündeolabiliyor. Okumalardan çıkardığımız sonuçların bir kısmı harcıâlem bilgiler olsa da tarihten çıkarabildiğimiz bazı önemli ipuçları günümüze ışık tutuyor. Haklı bir ortak tespit olarak tarihte “cephede kazananlarınçoğu kez masadakaybettikleri” klasik cümlesini sık sık tekrar ediyoruz.

Bu cümle doğru açılımıyla, milletlerarası problemlerin, ilişkilerin ve dış politikanın güç dengelerinden çok ve hatta ondan da önemli olan masabaşı görüşmeler ve diplomasi ile çözümlenebildiği şeklinde anlaşılmalı…

ABD ile yaşanan Brunson krizinin ilk olmadığını hepimiz biliyoruz. Geriye doğru bakıldığında, 2003 tezkere krizi, Türk askerinin başına çuval geçirme krizi, PYD/PKK krizleri, istihbarat krizleri, 15 Temmuz terörist darbesi krizi, Münbiç Krizi, Vize krizi, Halk Bankası krizi ve nihayet Brunson krizi ile ilişkilerin tamamen NATO müttefikliği çerçevesi dışına çıktığı görülüyor.ABD’nin NATO çerçevesinde müttefik saydığı Türkiye’nin, terörist olarak adlandırdığı PYD’ye binlerce ton silah yardımı yapması, 15 Temmuz sonrası tutumu,ABD’nin Türkiye’ye 1980’li yılların bakışı ile bakmadığının da açık bir göstergesi. Bununla birlikte, Türkiye’nin bu son krizi de ustalıkla atlatacağından eminiz.

Türkiye S-400’lerin alımı ile başlayan son krizin bir NATO ülkesine karşı skandala dönüşen yaptırım kararlarına karşı usta bir diplomasi kullanılmasıyla başa çıkabilecek güçte… Dışişleri Bakanlığı bürokrasinin bu konudaki geçmiş asırlık tecrübesine güvenmek ve yeni durumlar karşısında da yeni politikalar üretebilecek esneklikte olunmak zorunda.

Geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca İngiltere’nin cephede mağlup olduğu hallerde bile isteklerinin nasıl da gerçekleştiğini, yani “Büyük Britanya”nın diplomatik zaferleri nasıl da kazandığını görüyoruz. Tam aksine, her uyuşmazlığı bilek zoruyla ve savaş yoluyla çözebileceğinden emin olan Doğu halkları, diplomasiyi lüzumsuz bir kibarlık ve laf kalabalığı olarak algılamanın ağır bedellerini ödemeye devam ediyorlar.Mesela tipik bir örnek olarak 1856 Paris Antlaşması, savaşı kazanan Osmanlı Devletinin savaş hiç yaşanmasaydı ortaya çıkacak vahim sonuçlara ikna edilerek imza atmasıylasonuçlanan bir diplomatik başarısızlık örneğiydi.

Bugünlere dönersek; 1980’lerin 90’ların Türkiye’sini çocukluk ve gençlik yıllarımız olarak hatırlıyoruz. Bu dönemlerde Türkiye ekonomisi, yüklü miktarda döviz-giriş çıkışlarıyla rahatlıkla manipüle edilebiliyordu. Türkiye, artık bu durumdan kısmen kurtulmuş durumda ve ekonomisi rahatlıkla manipüle edilebilen ölçeklerin dışına çıkmak üzere. Ama hala önümüzde uzunca bir yol var. Buna rağmen, en son yaşanan Brunson krizi ile ekonominin sadece döviz hareketliliği üzerinden nasıl etkilenebileceğinin küçük bir işaretini görmüş olduk.

Türkiye sürekli denge hesaplamalarıyla ve ürkek politikalarla onyıllarını kaybetti. Bununla birlikte, bu açığı kapatmak üzere refleksif ve aceleci adımlar atılmaması; kriz yönetimi ve sağlıklı bir diplomatik düşüncenin Dış İşleri ve diplomasi diliyle üretilmesi şart. Kendimizi nasıl hissettiğimizden çok, sağlığımızın gerçekte nasıl olduğunu bilmek sonuçları bakımından daha fazla işimize yarayabilir.

Ekonomileri yerli üretim üzerine kurulu ülkelerde, dış gelişmeler veya dış politikadan kaynaklanan krizler ekonomide kolaylıkla hissedilmez. Fakat yerli üretim konusunda geri kalan, ekonomisinin büyük bir kesimi hizmet sektörü ile ithal ürünlerin iç ve dış piyasada satılması üzerine kurulu;gelişmekte olan birçok ülkenin reel ölçeklere vurulduğundagerçek ekonomik direnci tartışma götürür. Çünkü bu ekonomiler dışa bağımlı ve olabildiğince kırılgandır. Bu ülkeler, sadece genel ekonomik göstergeleri değil, ilaç sanayinden savunmaya, otomobilden telekomünikasyona, iletişimden bilişime kadar hemen her alanda farkında olunmayan bir bağımlılık içindedirler.