Mevlâna, diye söze başladığımızda, okuma yoluna girdiğimizde, kalbimizi birazcık kanattığımızda, gözümüze azıcık olsun fer geldiğinde, heceleye heceleye yanlış da olsa hayat kitabını okumaya başladığımızda, mutlaka demişizdir: Dinle neyden hikâye etmede/ Ayrılıklardan şikayet etmede. Demişizdir de unutmuşuzdur. Yoğunluk, yorgunluk, en çok da unutkanlık yapışmışsa yakamıza, kopup gitmişizdir şu iki dizenin anlattığından. Hırs gelmiştir, itibar gelmiştir, kazanma derdi, kaybetme kaygısı sarmıştır dumanlı başımızı. Bir dava bulmuşuzdur, onun bitmeyen oturumlarına katılmışızdır. Dava delisi Kerim de, iflah olmaz muhalif de, ekmek derdindeki işçi de, uçkuruna düşkün düşkün de, cehennem korkusuyla dudağı çimil çimil olan da unutur işte iki dizenin anlattığı hakikati. Zira, döndürüleceğimizi unutmaktır bu. Eninde sonunda dönücüleriz. Özüne ne zaman döneceksin? Bunu sen ayarlayabiliyorsan ne mutlu sana.
Aslında Mesnevi’nin taç beyti değildi derdim. İlk kelimesiydi. Bişnev! Dinle!
Kimsenin seni dinlemediği, dinlemek istemediği, hatta dinlerse anlayacağını bildiği için dinliyormuş gibi yaptığı bir demde… Yok canım, bu bir dem değil, bir an değil, bir vakit değil; Bir çağ yangınıdır dinlememek, dinlenmemek, demlenmemek. Dünyanın dönme hızı artmadı ama insanlar artık bir şeyleri çok hızlı yaşıyorlar. Sanki son sürat kıyamete gidiyorlar. Hoş, kıyamet kavramı bile sadece afetlerle açıklanır hale geldi. Kıyamet, mahşer, hesap, azap gibi kelimeler de fena halde dünyevileşti. Dünyevileşen her şey gibi tüketilip bitiriliyor. Tam da burada durup, dingin bir halde kâinatın sesini, hayatın sesini, mezarlıkların sesini duymak… Biliyorum, zor. Ama, kapışan kapışana bir koşuşturmanın her yanı sardığı bir dünyada geri durmak. Bir de tersinden bakmak resme… Dinlemek.
Sahi, Allahım! Herkes dinlemeyi kesmişken, herkes içindekini dökerken tam konuşacağım zaman konuşmamı kesip giderlerken, gördüklerinin eksik, hastalıklı, yanlış yanları olduğunu, benim dilimde o eksiği tamamlayacak kelimeler varken dinlemediklerinde; sen dinler misin beni?
Cümle âlem Pandora’nın Kutusu açılsın, gizli saklı ne varsa söylensin deyip içlerindekini kusarken ve asla bir pınar suyunu emen toprak gibi kulağını kelimelerin ruhuna dayamazken; sen Semi sıfatınla dinler misin? Elbette dinlersin. Buna inanmasam ne insan kalırdım ne de günahkâr da olsam Müslüman kalırdım!
Tüm dinlenilmeyenler, susanlar aşkına! Tüm bu uğraş, bu savaş yanlış, bu dil bozuk, tüm anladım demeler mana katili, tüm canhıraş gayretlerle taşınan tuğlalar Babil Kulesi’ne... Koşanın yürümesi, yürüyenin durması, duranın uzanıp yatması gereken zamanlardan geçiyoruz. Kimine kötü, kimine kâfir, kimine serseri, kimine hain, kimine açgözlü, kimine münafık, kimine fasık, kimine yalaka deme hakkını nereden alıyorsak; tam da orayı susturmanın tam zamanı.
Yoksa, korkarım ki bizi hiç kimse dinlemese bile Allah dinler, sözünü söyleyemeye yüzümüz kalmayacak.
Rabbim, tüm kulların, “söyletmen vurun!” dese dahi Sen dinlersin değil mi?
Gürültünün nelere kadir olduğunu bir Allah bilir ve âlemi saran korkunç bir uğultu; ta yüreklerde kasırgalar kopartan bir uğultu… Bu sebeple olsa gerek iki hikâye var; bir dinlemelik, bir söylemelik. Her ikisi de ayrılıklardan dem vuruyor. Kopup geldiğimiz yeri bir hatırlasak bıçak gibi kesilecek gürültü, başlayacak hem küçük hem de büyük alemde Allaha hasretin, evet Allaha hasretin ruhları doyuran, gözleri ağlatan şarkısı.
Sahi, Rabbim, Sen dinlemeden bilensin; ağlayanın gözyaşını göze bile göstermeden silensin. Hatırladım. Bunu bildikten sonra gamlanıyorsan, yazık be kardeşim!
Tüm âlem bir Babil Kulesi inşa için kollarını sıvamışsa yine Allah’ın bilgisi dahilinde. Niye gamlanıyorsun?