Devlet denen organizasyon, insanlık tarihinin geliştirdiği en önemli ve en büyük organizasyondur. İnsan kendini güvende hissetmek, geleceğini teminat altına almak için devlet yapılarının içerisinde ve hukuksal zeminlere dayalı sistemler icat etti.
Daha sonra kurulan devletler ise uluslararası sistemler geliştirdi. Bunun sebebi -tabiri caiz ise- devletlerarasındaki “güçlünün zayıfı ezme” durumunu ortadan kaldırmaktı. Kimin neye veya nereye kadar hak sahibi olduğunu belirleyenler ise “hakem” kuruluşlardır…
Peki, ortada bir devlet yoksa ne vardır? Bu sorunun en yalın ve net cevabı; kocaman bir belirsizlik ve çatışma. Çünkü devlet denen yapılar, açık hukuksal zeminlerde ilerleyeceklerini vadederken, bize de bu açık taahhütler sebebiyle öngörülebilir bir gelecek perspektifi sunarlar.
Bu öngörülebilirlik, insanların ticari hayatları yanında diğer bütün “gelecek” hayallerinin de teminatıdır. Aksi halde korku ve endişe, zihinleri mahkûm eder. Bugün devlet yapılarının bozulduğu coğrafyalara bakarsak bunun nelere tekabül ettiğini çok iyi görebiliriz.
Bugün dünyada “öngörülebilir gelecek”ten bahsetmek çok kolay değil maalesef. Bunun en temel sebebi de yine ilan edilen açık hukuksal taahhütlerin, görünmeyen ama etkisi güçlü teolojik ya da nasyonalist inançlarla tehdit edilmesidir.
Bunun en önemli delillerinden biri son dönemlerde ABD ya da Batı ile İslâm coğrafyası arasında yaşanan gerilimlerdir. Yüz yüze yapılan görüşmelerde, ilan edilmiş olan açık hukuksal kurallar deklare edilir ve güven teyidi sağlanırken, arka tarafta yani matrikste temel inanç ve ulusal hassasiyetler, bu ilan edilen ilişkileri başka bir zemine sürüklüyor.
İşte burada ortaya çıkan ilişki tablosunu yorumlarken devletlerin bu temel ve tarihsel kodlarını iyi bilmek önem arz ediyor. Bu sebeplerle ABD ve Batı ile olan ilişkilerimiz her zaman derin perspektifleri zorunlu kılıyor. Yani mesele şu ki sorunlarımız derindedir.
Batı’nın Ortadoğu politikaları ya da İslâm Âlemi ile olan ilişkileri ve dolayısıyla da bu durumun Türkiye’ye olan yansıması, Branson meselesine indirgenemez. Evet, “Bir sorun ve o sorunun tesir ettiği diğer sorunlarda bir azalma olur” demek yanlış olmaz. Fakat “bütün sorunlarımız biter” demek çok büyük bir hayalperestliktir.
Neden mi? İşte Filistin meselesi,“dağ” gibi bir sorun olarak ortada değil mi? Suriye’nin kuzeyinde yaşananlar ya da PKK/PYD’yi destekleyerek etrafımızı bir terör çemberine alma isteği, kolay bir mesele midir?
ABD, Evancelik arzularından ya da İslâm coğrafyasında ki küçük devletçikler projelerinden vaz geçebilecek mi? Eğer buna dair net tavırlar ya da hareketler göremezsek sorunlar da var olmaya devam edecek demektir.
Evancelik yapılar, sadece direkt olarak hedef aldıkları Müslümanlar’ın sorunu da değildir üstelik. Bir dinin imajını yıktığı için ve onu zulüm aracı olarak gösterdiği için öyle zannediyorum ki geleneksel zeminde iman eden Hristiyanlar’ın da meselesidir.
Tıpkı DAEŞ gibi yapıların, dünyadaki “İslâm” algısına olan negatif etkileri gibi…