1965 yılında Filistin Devrimi’nin icraata koyduğu ilk adımlardan birisi, kültürel ve askerî eğitimler almaları için kadrolarını bazı Arap devletlerine göndermek olmuştu. Daha sonra dünyaya yönelen Filistin kadroları siyasi ve kültürel eğitimlerini sosyalist blok ülkelerinde tamamladılar. O zamanlar Küba, Vietnam, Doğu Almanya, Bulgaristan, Polonya vd. ülkelerde bulundular. Nihayetinde Birleşmiş Milletler’e ulaştılar. Bu ülkelerde özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan devrimleri siyasi ve askerî açıdan inceleyip (emperyalistlere karşı) oluşan devrim kültürünü, Filistinliler’in yararlanması için çeşitli kültürlere ait özgürlük/kurtuluş devrimlerinin birikimini tercüme ettiler.
Arap ülkelerinde ortaya çıkan İslamcı hareketler ise, mensuplarından sadece sîret-i nebeviyyeyi okumalarını, nübüvvet çağının dışına çıkmamalarını, mevcut çağı ise asla incelememelerini talep ettiler. İşte DAEŞ, El-Kaide gibi örgütlerin temel problemi budur. Bu problem bazı mütefekkirlerin kurguladığı yeni İslami söylemlerde de görülmektedir. Çünkü bunlar İslami projeyi dünyadan soyutlanmış bir erdem şehri gibi tahayyül etmektedirler. Kur’an’daki (devlet) olgusunu gerektiği şekilde tahlil edemiyorlar.
İslamcılar kamera ve televizyon kullanmanın, fotoğraf çekmenin hükmü gibi konulara dalıp tartışadursun, medeniyet ilerleyişini sürdürmektedir. Özetle söyleyecek olursak; İslamcılar sürekli ilerleyen dünyadan soyutlanmış bir Afrika kabilesi gibi (bir İslam devleti) düşünüyorlar. Tâbilerine âdeta şunu söylüyorlar: Siz ortaçağlara gidin, aklınız ve düşüncenizle orada kalın.
Sîret-i nebeviyyeyi okurken açık akla ihtiyacımız vardır. Ancak o zaman o dönemde olup bitenleri doğru anlayabilir ve günümüz için dersler çıkarabiliriz. Nitekim biz Kur’an-ı Kerim’de Rasulullah’ı geçmiş dönemlerden haberdar eden çok sayıda ayete rastlarız. Kendisinden önceki İsa, Musa, İbrahim gibi (as) nebilerin başlarına neler gelmiş… Tâ ki Müslümanlar önceki tecrübelerden haberdar olsunlar ve asla umutsuzluğa kapılmasınlar.
Nebiyy-i A’zam aleyhisselam dünyaya oradan açılacağı Medine’yi (İslam devletini) kurarken Arap yarımadası sınırları dışına uzanan temaslarla işe başlamıştı. Dönemin sayılı imparatorlarına elçiler göndermişti. Arkadaşlarından bir kısmını da Medine-i Münevvere’ye ve Habeşistan’a hicrete göndermişti. Orada yönetimi altında kimseye zulmedilmeyen bir kral olduğunu anlatmıştı onlara. Peki, hedefi neydi?
Birincisi; beklenen devlet dış dünya ile iletişim temeli üzerinde yükseliyordu. İkincisi; hicret düşüncesi şu faydayı beraberinde getirmiştir: Habeşistan hicreti onlar için bir okul olmuştur. Oraya hicret eden sahabiler yönetici ile halk arasında adaletin nasıl uygulandığını görerek ve yaşayarak öğrendiler. Medine-i Münevvere’ye uluslararası ilişkiler alanında uygulamalı tecrübe kazanmış olarak döndüler. Nebevi adalet medresesine dönen bu sahabiler arasından önemli yönetici ve komutanlar çıkmıştır.
Devrimler, hareketler, devletler… Toplumsal değişimin hangi türü olursa olsun hepsi de açık kapılar ve adalet ölçütleri kuralı üzerine oturmaktadır. Ertelenmiş adalet çağımızın ağır suçlarından biridir. Bu yaklaşımın tam tersini yapan günümüzün cihatçı hareketleri, nübüvvet asrını taklit gerekçesiyle (!) kendilerini dinî, toplumsal ve kültürel açılardan uzlete mahkûm etmektedirler. Bu hâlleriyle de birbirini boğazlayan Afrikalı kabilelere benzemektedirler. Değişen sadece pişirme araçlarının yenilenmesi…
DAEŞ/IŞİD (İslam Devleti Örgütü) bir değişim ekolü değildir. Değişim kâinatın başka taraflarında cereyan ediyor… (Devam edecek…)
Çeviri: Fethi Güngör