Çin, büyük nüfusa ve nüfuza sahip, göz ardı edilemeyecek ölçekte bir ülke. Aynı zamanda, hakkında konuşabilmek için iyi tanınması gereken bir ülke. Genel-geçer kalıp ifadeler, soğuk savaş jargonu veya 2001 sonrası uluslararası siyaset söylemi Çin’in politikalarını ve niyetlerini anlamaya yetmez.
Çin, son 70 yılda sınırlarını sürekli genişletirken diğerlerinin aksine kendisini dış dünyaya taşımaya ve açmaya çalışırken yeni pazarlar bulmakta da zorlanmıyor. 1,5 milyara yaklaşan nüfusuyla ve on yıllardır yıllık istikrarlı büyümesiyle Çin, kimileri için “önlenilemez”, kimileri içinse ürkütücü bir devlet…
2018 Mayısında Çin ve ABD arasındaki ticari gerginlik bir anda uluslararası piyasaların gündemine oturduğunda herkes gelişmelerin nereye varacağını merakla izliyordu. Bu tarihte ABD, kendi ekonomisini koruma ve güçlendirme adına Çin’in alüminyum ve çelik ürünlerine ek vergi koymuştu. Olaylar zinciri öyle gelişmedi. Ayrıca bu ilk karşılaşma da değildi.
Aslında Çin ve ABD arasında, küresel pazardaki ticari rekabet ve bilek güreşleri, sadece bir ekonomik savaşı ifade etmiyor. Aynı zamanda, “soğuk savaş” benzeri büyük bir politik çekişmeyi de ifade ediyor.
Bu çekişmenin, Türkiye gündemine sunulduğu gibi, Türkiye için de öncelikli ve taraf olunması gereken bir konuymuş gibi takdim edilmesini yanlış bulduğumu peşinden söylemek istiyorum.
Biri Kapitalizmin diğeri Komünizmin temsilcisi ve uygulayıcısı olan iki komşu devlet, aralarındaki ticari ilişkileri de ticari rekabet savaşlarını da sürdürürken, hazırlıklarını ekonomik alandan psikolojik, siyasi ve askeri sahaya yayılacak şekilde karşılıklı gözdağı vererek sürdürüyorlar. Çin’in daha fazla büyümek, ekonomik çıkarlarını artırmak adına önemsediği Pasifik ve Güneydoğu Asya’da karşılıklı olarak yapılan askeri tatbikatlar bu gerilimi diri tutuyor.
ABD politikaları, Irak işgali, Suriye’de Türkiye aleyhine olan bölücü unsurların ve DAEŞ’in desteklenmesi; Türkiye sınırlarına taşınan tehdit ve Türkiye’de millet aleyhine örgütlenen güçlerin açıkça desteklenmesi yönleriyle ülkemizde yakinen biliniyor. Çin ise politik çehresi ile yeterince tanınmadığı gibi, Türkiye’de yalnızca kültürel değerleri ve unsurlarıyla tanınıyor.
Bu iki gücün Kore’de ve Vietnam’da sıcak savaş yaşamlarından bu yana dünya konjonktüründe tablo oldukça değişti. ABD, “açık hata” içeren bir dış politika tercihine girerek Afganistan’dan Ortadoğu’ya dünyasına kadar enerjinin kaynaklarının olduğu her noktada siyasi varlığını göstermek üzere müdahalelerde bulundu ve halen bulunmaya devam ediyor.
Diğer yandan Çin, gerçekte Türk medyasında ve uluslararası ilişkiler üzerine konuşan uzman görünümlü kişilerin anlatageldiği gibi hiçbir zaman masum ve çekingen bir aktör olmadı. Kronik Çin yandaşı olan bir kısım sözde uluslararası ilişkiler uzmanı, “Çin’in tarihi boyunca sınırları dışına çıkmadığı” şeklindeki Çin propagandasını Türkiye’de mesnetsizce anlatabiliyorlar. Hâlbuki Çin, yalnızca geçtiğimiz yüzyılda Mançurya, Tibet, Doğu Türkistan ve İç Moğolistan’ı işgal ederek topraklarını iki katına çıkarmış oldu.
Çin, işgal ettiği toprakların yerli halkını asimile etmenin bütün yollarını denediği gibi, en son Uygurlar üzerinde yürüttüğünü biliyoruz. Çin, artık milyonlarca Uygur’u hapishanelere alarak kültürel asimilasyona, fiziki ve psikolojik şiddete tabi tutarak yok etmeye çalıştığını dünyadan gizleyemiyor. Çin’in geçen yüzyıldan kalma çağdışı Nazi kampları ve asimilasyon politikaları, bizleri hiç ilgilendirmeyen ABD-Çin çekişmesi kapsamında dünya gündeminde gölgelenerek kalıyor.
Çin, komşu ülkelerle Vietnam’dan Kore’ye, Pakistan’dan Rusya’ya kadar ilişkilerini sıcak tutmak için elinden gelen her yolu deniyor. Fakat komşularıyla sınır problemleri her seferinde para karşılığında, olmazsa nüfuz veya silah zoruyla Çin lehine sonuçlanıyor. Hindistan ve Pakistan çekişirken Keşmir’in üçte biri Çin tarafından işgal edildi…
Uzun süredir, Tacikistan topraklarından hak iddia ettiği yüzde üçe denk gelen bir toprak parçasını 2011 yılında Tacikistan’dan almış oldu. Diğer taraftan Tacikistan, Afganistan sınırı üzerinde Çin bir askeri üs inşa ederek bölgede askeri gücünü arttırma eğiliminde.
Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan gibi komşu Orta Asya ülkeleri ile devasa ölçekte kredi sözleşmeleri ile uzun vadede ekonomilerini ipotek alacak ekonomik ilişkiler kuruyor.
Çin komşularıyla ilişkilerini toparlama ile sınırlı kalmayarak ticari ve kültürel ilişkileri sonuna kadar kullanmayı başarıyor. Dünyanın birçok ülkesinde Çinli işçilerin ve işadamlarının yerleşmesi ile başlayan sosyo-kültürel üsleri inşa ediyor.
Rusya ile 1950’lerin sonunda başlayan sınır ihtilafı Amur Nehri’nin sınır olarak belirlenmesiyle 2008 yılında çözülmüş oldu.
Pasifikte adalar üzerinde hak iddia etmesi diğer bir askeri gerilim alanını oluşturuyor.
Ancak bütün bunlardan daha fazlasıyla bizleri ilgilendirecek bir konuya değinmek işitiyorum. Çin, İslam dünyasının üçte biri ve Türk dünyasının yüzde 80 i olan bir coğrafyayı, Uygur topraklarından sonra acaba işgal edip yutma niyetinde mi? Bakalım:
Liu Yazhou’nun Sinoturk News tarafından çevrilen makalesinde “Batı Bölge Teorisi” adlı makalesinde “Genellikle, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Sincan (Doğu Türkistan) Orta Asya olarak adlandırılır. O (Orta Asya) Tanrının bugünkü Çinlilere lütfettiği en zengin bir parça pastadır.” ifadelerini ve niyetlerini hiç çekinmeden yazılabiliyor.
Makale yazarının psikolojisine bakılırsa Çin için bütün komşuları ve yeryüzü büyük bir pazar ve kendilerine sunulmuş bir lütuf olarak görülüyor olmalı. Komünizmin yasakladığı Çin ırkçılığının dışarı sızması halinde bu tür açıklamalar yakalanabiliyor.
Böylesi bir yaklaşımın, en hafifinden ABD’nin vahim Ortadoğu politikaları kadar ürkütücü sonuçları olacağı ortada. Ayrıca Sinoturknews’in bildirdiğine göre yazar sıradan birisi değil… Tuğ General, Çin Savunma Üniversitesi Rektörü, Çin Halk Cumhuriyeti eski Devlet Başkanı Li Xian Nian’nın damadı. Yani resmi sıfatları var ve Çin’de devlet politikaları hakkında yazabilmek için devletten izinli olmak gerekiyor.
(Devam edeceğiz…)