-Amca, en büyük yeğeninin selamını getirdim sana.
Bu bir akraba ziyareti. Karanlık ve ıssız olmaya çalışan geceden tabi ki korkmuyorum. Çünkü amcam ve dostları burada ve çünkü siz ayın hiç bu kadar büyük ve parlak olduğunu görmemiştiniz.
-Amca, arkadaşlarının selamını getirdim sana. Her gün görüşüyorum onlarla. Gerçi, günde iki saatten fazla görüşmemizi yasaklamış birileri ama onların yanında bir an bile ömrüme bedel nasıl olsa.
Bakmayın öyle adımlarımın birbirine karıştığına; heyecanım ziyaretin kendisindendir. Memleketim Kayseri’den başka, ne kadar sürerse sürsün, bulunduğum her şehirde yabancılık çektim. Ama adıyla sanıyla “Şehir” olan bu koca yer, memleketimdeki herhangi bir sokak kadar küçük ve emindi bana. Bir de şu günahlarım olmasa…
-Yok, yalnız gelmedim. Rehberimiz var, Bayram ağabey. Kardeşlerim Süheyb ve Bilal de burada. Sana “Alemlerin Amcası” diye seslenen Alper ağabeyim vesile oldu bu ziyarete. Şurada, Okçular Tepesi’nden bütün benliğiyle “Amca!.. Amca!..” diye haykıran da Sadık Battal’dır. Hocamdır. Ellerimden tutup beni buraya getirendir.
Yoldaşlarım devam ederken durdum, çünkü “Evvelen toprağa bir dokun” demişti Hasan Aycın, “Dokun bakalım sana ne anlatacak; yaratılıştan, yaratılış öncesinden o güne ve o günden bugüne hangi insanlık serüvenleri geldi kesişti burada; sevinçle ya da kederle kimlerin gözyaşları döküldü bu toprağın üstüne…” Dokunuyorum. Bir şeyler duyduğumu zannediyorum, acıyla feryat eden, sevinç naraları atan, meydan okuyan sesler… Oysa bunların hepsi hayal gücümün bana aktardıkları. Gerçekte kendi hikâyemi dinliyorum.
-Küçük yeğenlerin de çok selam ettiler Amca; anam, babam, kardeşlerim ve zevcem… Seni o kadar çok seviyorlar ki, onlara seni ziyaret edeceğimi söyleyince, 30 yıllık ömrümün en hayırlı işini yapmışım gibi neşe ve merhametle uğurladılar beni. Onlar da burada olmayı çok istedi… Ama sana söz veriyorum, hayatımın geri kalanını onları da buraya, senin huzuruna getirmeye adayacağım.
Farkındayım, dünya yıkılıyor. Kudüs’ün esaret zincirlerini hala kıramadık. Suriye cayır cayır yanıyor (ve el’an iki kardeşim orada, zulmün elinde tutsak.) Bağdat ve Bakü’de olan biteni izah edebilecek kelimelerim yok. Avrupalı Müslümanlar güzel ama hala mahzunlar. Bunların hepsiyle dertlendiğimi biliyorum. Ama şu an aklıma gelebilen (daha doğrusu, oradan çıkamayan) tek şey kaçırdığım namazlarım. Ellerim göğsümde bağlanmış, başım önde amcama yürüyorum ve (Ali Fuat Erden’in hakkına girmek istemem ama) Şehid-i Muhterem Enver Paşa’nın Ravza-yı Mutahhera’ya girerkenki hislerini şimdi herkesten daha iyi biliyorum.
-Allah, bugünümüzü aratmasın, hamdolsun iyiyim Amca. Ankara’da yaşıyorum. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık vs ile ilgilenmedim. Sebebini bilmiyorum, belki o aşırı sistematik araçlarla adalete ulaşılamayacağını düşündüğümdendir ya da belki sadece haylazlığımdan…
Başımı kaldırdım çünkü Aleyhi’sselat-ü Ve’sselam Efendimiz, “Uhud Dağı, Cennet dağlarından bir dağdır. Uhud’a bakan gözler ferah bulur, nurlanır” buyuruyor. Zulümlerden zulümlere savurduğum gözlerimin benden haklarını isteyeceği günü de hatırlayarak bakıyorum Uhud’a. Ağlayan ben değilim sanki; gözlerimden yaşlar boşanıyor.
-Film çekmek istiyorum Amca. Senin büyük hikâyeni ve diğer başka hikâyeleri anlattılar bana. Ben de başkalarına bunları ve başka güzel şeyleri anlatayım istiyorum. Gerçi -yüzüme söylemiyor ama- sanki babam biraz soğuk bakıyor bu hareketlerime. Vallahi ana-babamın rızasını kazanmak ve bu yolla Cenab-ı Allah’ın rızasına ulaşmaktan başka gayem yok. Sence haylazlık mı ediyorum?
Etrafta gittikçe belirginleşen bir gül kokusu var. Yoldaşlarım kendi aralarında tartışıyorlar, biri mübarek şehit kanlarıyla sulanan bu toprakta bu kokunun normal olduğunu söylüyor, biri kabristan görevlilerinin ve ziyaretçilerin buraya sık sık gül suyu döktüklerini hatırlatıyor, bir diğeri sadece “Ne önemi var?” diyor. Bence de, ne önemi var? (Bu arada… Ben yeniden duymaya, görmeye ve hissetmeye mi başladım etrafımı?)
-Yok, önce buraya geldik, buradan Mekke’ye geçeceğiz. Selam onlara olsun, atam Adem ile anam Havva’nın buluştukları tepeyi, babam İbrahim’in evini; Allah’ın rızası sizlere olsun, senin arkadaşlarınla dertleştiğin, şaklaştığın, fani dünyanın işlerinden bunalmış halde yalnız dolaştığın sokakları görmeyi çok arzuluyorum ama buradan ayrılmayı da hiç istemiyorum Amca. Çok alıştım buraya. Her gün Rasulullah Aleyhi’sselat-ü Ve’sselam Efendimizin evine gidiyorum, Cennet’ül-Baki’deki dostlarınla sohbet ediyorum. Mescid’in yakınlarında “Milli Görüş Oteli” var, koca Medine’de bir tek orada demleme çay bulabildik; bir bardak çay alıp kaldırıma oturuyorum; inan bana ben hayatımda hiçbir kaldırım taşını bu kadar sevmedim Amca.
Kendime geliyorum ama bu şaşılacak şey değil, çünkü aynısını Ravza’da ve Cennet’ül-Baki’de de yaşadım. Önce ictimai maddi ve manevi mesuliyetlerim sıyrılıp ayrılmıştı benliğimden, sonra ferdî olanlar. Ziyaret yerine yaklaştıkça bunlardan hiçbiri kalmayıncaya kadar azalıp bitmişti her şey. Ama oraya, tam oraya, Rasulullah Aleyhi’sselat-ü Ve’sselam Efendimizin, Ashab Radıy’allah-u Anhum Efendilerimizin huzuruna ulaşınca, tam o anda, kendim olarak yürüdüğümü, konuştuğumu, tebessüm ettiğimi fark etmiştim. Yaşadığım yerde sabah işe giderken, öğlen yemek yerken, akşam film izlerken neysem orada da o olmuştum. Şimdi de Uhud’daki dört aziz şehidimizin huzurunda aynıydım.
Konuştum onlarla. Uzun uzun kendimi anlattım. İşimden gücümden, şehrimden, ailemden, arkadaşlarımdan bahsettim. Biliyorum, tuhaf geliyor bunlar size. Bu olan biten sadece benim başıma mı geldi, yoksa Cenab-ı Allah herkese mi veriyor bu hali, emin değilim. Ancak gerçek bu, akraba ziyaretiydi Uhud’da yaşadığım; rahatlık mı, emniyet mi, esenlik mi, yerlilik mi… ne derseniz deyin.
Her zaman olduğu gibi eve gitme vakti geldi ve her zaman olduğu gibi ayrılık zordu. Yönümüz dağa ve şehitlerimize dönük, ellerimiz göğsümüzde geri geri yürürken telefon çaldı. İstanbul’dan bir arkadaşımız, haftalardır Suriye’de esir tutulan ağabeyim Adem Özköse ve kardeşim Hamit Coşkun ile ilk kez telefon görüşmesi yaptıklarını ve bir iki güne kalmaz kendilerinin serbest kalacaklarını müjdeledi.
Son kez İhlâslar ve Fatihalar okuduktan sonra Uhud’a “Allahaısmarladık” dedik ve aziz şehitlerimize veda selamımızı verdik:
“Es-selamu aleyke ya seyyidena Hamza, es-selamu aleyke ya ammi Rasulallah, es-selamu aleyke ya seyyidü’ş-şüheda, es-selamu aleyke ya esedüllahi ve ya esedü’r-rasulih. Es-selamu aleyke ya seyyidena Abdullah bin Cahş. Es-selamu aleyke ya seyyidena Mus’ab bin Umeyr. Es-selamu aleyke ya Şemmas bin Osman. Es-selamu aleyküm, es-selamu aleyküm, es-selamu aleyküm ya şüheda-i Uhud.”