On-line medya platformu Netflix imzalı bir mini-dizi: The Crown.
Tarihi drama türündeki The Crown’un tek cümleyle ifade edebileceğimiz bir hikayesi var: Mevcut İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in tahta çıkış süreci ve tahttaki ilk yılları.
Açıkçası, hikayesini ilk duyduğumda hemen hiç ilgimi çekmemişti. Hatta, mesafeli durduğumu bile söylemeliyim. Nitekim çok sıkıcı, “Kraliçe’nin tahta çıkış süreci…” Bana ne İngiltere’deki monarşiden, bana ne Edinburgh Dükü’nden, bana ne “Ana Kraliçe”den, bana ne Churchill’den… Yazarken bile bunalıyorum.
Derken, sinemanın (daha doğrusu, hikaye anlatıcılığının) esprisi devreye girdi ve şimdi heyecanla bu satırları yazıyorum: The Crown, iyi, doğru ve güzel anlatıldığında her hikayeden iyi, doğru ve güzel film çıkabileceğini ispatlayan güncel bir örnek (“Güncel” meselesi önemli, geleceğiz.)
KRALİÇE, EVLAT, ANNE, YEĞEN…
Bağımsız bölüm hikayeleriyle ve 10 bölüm olarak tasarlanan dizinin merkezinde Kraliçe 2. Elizabeth karakteri var. Her bir bölümde, Elizabeth’in belli bir karakterle münasebeti üzerinden farklı bir hikaye anlatılıyor.
“Kimdir bu karakterler?” Elizabeth’in kocası Edinburgh Dükü Philip, babası Kral 6. George, annesi Kraliçe Elizabeth, bacısı Prenses Margaret, babaannesi Kraliçe Mary, amcası (eski kral) David ve Başbakan Churchill.
Hususen “babası”, “amcası”, “bacısı” filan diye yazdım, çünkü The Crown tam da bunu başarıyor: Elizabeth’in hem “kraliçe” ve hem de “evlat”, “yeğen”, “anne”, vs. olarak belirdiği karmaşık ve gözalıcı bir tasarım var dizide.
Bütün bir The Crown hikayesinin öz cümlesi diyebileceğimiz, Kraliçe Mary’nin Elizabeth’e verdiği öğütte de bu durum ifade ediliyor: “(Kraliçe olmadan önceki “Elizabeth Mountbatten” ve tahta geçtikten sonraki “Kraliçe Elizabeth” adlarından yola çıkarak…) İki Elizabeth birbiriyle sürekli çatışma halinde olacak. Şu var ki, kazanan her zaman hükümdarlık olmalı.”
Dikkat edilirse, “Kazanan ‘Kraliçe Elizabeth’ olmalı” gibi bir ifadesi yok; diğer deyişle, kazanan “hükümdarlık” olduğu müddetçe, hangi “Elizabeth”in öne çıktığı tali bir mesele. Nitekim, dizi boyunca bazen “Elizabeth Mountbatten” öne çıktığı için, bazen de “Kraliçe Elizabeth” öne çıktığı için “hükümdarlık” kaybediyor; “hükümdarlık”ın kazandığı durumları da bazen “Kraliçe Elizabeth”, bazen “Elizabeth Mountbatten” sağlıyor.
(“Bu çift kişilikli aile-kraliyet denkleminde Churchill gibi bir figür nerede duruyor?” sorusu akıllara gelebilir. Senaristler de bunu düşünmüş olmalılar ki, dizinin “Assassins” başlıklı -şahane- 9. bölümünü yazmışlar.)
DİZİ FORMATI İÇİN RADİKAL TERCİHLER
Dizinin üslubuyla ilgili enteresan tercihlerden de söz etmemiz gerek.
Bazı bölümlerde, dramatik olarak birbirine bağlanmayan iki hikayenin birden aktığını, hatta Elizabeth karakterinden uzaklaşıldığını görüyoruz. Fakat bu ikili yapıdaki hikayeler bölümün sonuna doğru olgunlaşarak tematik bir köprüyle birbirine bağlanıyor ve lezzetli bir finalle taçlanıyor.
Diğer yandan, kimi zaman simgelerin iyiden iyiye belirdiği, metaforik dille şekillenen çarpıcı bir sinematografisi de var The Crown’un.
Şahsen, klasik senaryo ve reji tekniği açısından “radikal” addedebileceğimiz böyle bir tarzın, üstelik bir “film” değil “dizi” sözkonusu iken tercih ve başarıyla tatbik edilmesine hayran kaldım.
(Dizinin hemen hiç müstehcen sahne içermediğini de ayrı bir not olarak ekleyeyim. Sadece, yukarıda da bahsi geçen 9. bölümde birkaç saniye ileri sarmanız gerekebilir.)
IŞILDAYAN İŞÇİLİK
Pek adetim değildir ama, kendimi yazmak zorunda hissediyorum: The Crown’daki görüntü ve sanat yönetmenlikleri ile müzik bandı da takdire şayan.
“Elizabeth Mountbatten”ı “Kraliçe Elizabeth” haline getiren süreç; sadece senaryoda değil, ağırlaşan mekanlarda, ağırlaşan dekorda, ağırlaşan kostümlerde ve buna paralel şekilde yoğun aydınlığın yoğun karanlığa dönüştüğü fotoğraflarda da derinden hissediliyor.
Nihayet, Hollywood’un ünlü müzisyeni Hans Zimmer’in imza attığı tema şarkısı da, aynı anda hem “Elizabeth Mountbatten”ı ve hem de “Kraliçe Elizabeth”i içeren karmaşık sesleriyle, diziyi en az bir kat yükselten bir eleman.
HER HİKAYEDEN FİLM ÇIKAR, AMA…
Ezcümle, bana göre dünyanın en sıkıcı hikayelerinden biri olan “Kraliçe 2. Elizabeth’in tahta çıkış süreci ve tahttaki ilk yılları”, The Crown’da çok çarpıcı, çok ilginç, çok güzel bir film haline gelmiş.
Yukarıda, “güncel” meselesine değineceğiz demiştik…
Bu devirde, 2016 yapımı The Crown sayesinde, “her hikayeden film çıkabileceğinin” bir kez daha ispatlanmış olmasını önemsiyorum.
“Bu devirde”, çünkü etrafımız, “Anlatacak ne hikaye kaldı ki?” diyen -af buyurun- kendini bilmezlerle dolu. Bu yüzden -dinlerken de, anlatırken de- “uçbilim” fantezilerine kapılmış tiplerin peşinde koşuyorlar ve çoğu zaman hayal kırıklığına uğruyorlar. Çünkü aslolan, anlatılan hikayeden ziyade, onun nasıl anlatıldığı. Sadece sinemada değil, tiyatroda, romanda, müzikte, resimde… de bu böyle. İyi anlatıldığı takdirde, dünyanın en sıkıcı hikayesi olan “Kraliçe 2. Elizabeth’in tahta çıkış süreci ve tahttaki ilk yılları” da gayet iyi bir filme dönüşebilir; kötü anlatıldığı takdirde, çok heyecan verici hikayelere gebe “uzay-zaman boyutu”nda bile kaybolup gidersiniz.
Diğer yandan, “biz”e de değinmemiz gerek, sağda solda “Bizim kendi hikayelerimizi anlatmamız lazım” diye dolanıp duran “biz”e… Hikayelerimizin bir yere gittiği yok, duruyorlar orada öylece. Elbette ki kendi hikayelerimizi anlatmalıyız, ama önce “nasıl anlatmalıyız”a kafa yorsak ya biraz. Kafa yorarken de, “The Crown çok başarılıydı, onu taklit edelim” ya da “Filanca film Cannes’da ödül aldı, onun gibi yapalım” demek yerine, “Elin The Crown’u nasıl olup da bize tesir etti?” diye düşünsek, sonra sinemanın aslen “biz”e çok yabancı bir yerden zuhur ettiğini net şekilde kabul edip bu yüzden sinemanın ABC’sine kadar yolumuzun olduğunu fark etsek, sonra üşenmeden bu yola girsek, yürüsek, yürüsek ve nihayet kendimize ait bir yol inşa ettiğimizi görüp sevinsek… (Yazar burada çok şey istediğinin farkında.)