Birkaç hafta önce, İngiliz BBC yapımı dizi film “The Missing”in ikinci sezonundan şu sözlerle bahsetmiştim:

“Henüz 6 bölüm yayınlandı, ben 5 bölüm izledim. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Çok iyi.

Kesinlikle bir dizi filmin ikinci sezonunu izliyormuşsunuz gibi bir intiba bırakmıyor The Missing’in ikinci sezonu. Tematik olarak, ya da hikayenin türü veya format açısından söylemiyorum, bunlar hala aynı. Kastettiğim şey, ciddiyet. Diğer kimi dizilerin aksine, The Missing’in yapımcıları, ‘Nasılsa potansiyel bir kitlemiz var’ deyip boşlamamışlar işi. Öyle ki, ilk sezonu izlememiş biri bu ikinci sezonla The Missing’e başlasa, yine saygı uyandıran bir projeyle karşı karşıya olduğunu hissedecektir.”

Tüm (8) bölümleri yayınlandı, hepsini de izledim. Dehşetli bir hayranlıkla ifade edeyim ki, The Missing’in ikinci sezonu, piyasadaki diğer işler şöyle dursun, kendi ilk sezonuna bile muazzam bir fark atmış.

Hatırlanacaktır, evvelce bu sayfalarda The Missing’in ilk sezonunu coşkuyla takdim etmiştim. Hakikaten, nicedir arayıp da bulamadığım türden, kompleks ve kompakt bir işti. Hatta, yapımcıların bu kadar muntazam bir işin ikinci sezonuna niyetlenmelerini bile risk saymıştım, ya çıtayı düşürürlerse diye… İşte böylesi büyük bir projeye bile fark atmış The Missing’in yapımcıları bu ikinci sezonda.

***

Kabaca hikayeden bahsedecek olursak…

Almanya’da yaşayan İngiliz Sam-Gemma Webster çiftinin kızları Alice, 2003 yılında henüz 11 yaşındayken kaçırılmıştır. Aradan yıllar geçmiş fakat kız bulunamamıştır. 2014 yılında Alice ansızın çıkagelir. Genç kadın, kim tarafından, ne amaçla kaçırıldığına, bu sürede başına neler geldiğine dair bölük pörçük bilgilere sahiptir. Alman polisinin yürüttüğü soruşturmaya, Alice’in babasının da görevli bulunduğu İngiliz askeri birlik eşlik ederken; bir taraftan da, emekli Fransız dedektif Julien Baptiste araştırmaya koyulur. İlk sezondan tanıdığımız Julien, Alice ile aynı dönemde kaçırılan ve halen bulunamayan Sophie Giroux adlı bir kızın soruşturmasını da yürütmüştür. Alice’in kaçırılmasıyla ilgili soru işaretleri aydınlatılmaya çalışılırken; hem dedektif Julien, hem de anne Gemma, ansızın çıkagelen bu kızın Alice olmadığından şüphelenirler. Hatta, Julien’e göre, bu gelen Sophie Giroux’dur.

İlk sezonda olduğu gibi zaman sıçramalarıyla ilerleyen hikayede bir taraftan da 2016’da olan bitene tanıklık ederiz. Kendini Alice olarak tanıtan fakat Julien ile Gemma’nın bundan şüphe duyduğu kız ölmüştür. Yapılan DNA testinde ise bu ölen kızın Alice olduğu kanıtlanmıştır. Aradan geçen zamana rağmen, Julien’in de Gemma’nın da şüpheleri dinmemiştir. Bu sürede beyninde tümör tespit edilen Julien, hastalığına aldırmayarak bu gizemi çözmek için uğraşmaya devam etmektedir. O ta Kerkük’te araştırmasını sürdürürken, Gemma da Julien’in tespit ettiği bazı ipuçlarından yola çıkarak yeni bilgiler edinmeye çalışmaktadır. Öte yandan, 2014 yılında soruşturmayı yürütürken gördüğümüz General Adrien Stone akıl hastası olmuş, kendisi gibi asker olan kızı Eve Stone, Alice’in babası Sam ile yasak aşk yaşamaya başlamıştır. Websterların kendi halinde saf bir çocuk intibaı veren oğulları Matthew da Neo-Nazi çeteleriyle takılan bir serseri haline gelmiştir.

***

Hikayeden de anlaşılacağı üzere, ilk sezonda olduğu gibi, bir taraftan kaçırılma gizemini çözmeye odaklandığımız, bir taraftan bu hadisenin alt üst ettiği hayatlara tanıklık ettiğimiz zorlu bir yapı var The Missing’in ikinci sezonunda.

“Zorlu”, çünkü senaryo manasında iki devasa bahisle karşı karşıyayız ve biri diğerinin azıcık önüne geçer gibi olduğunda izleyicinin konsantrasyonu darmadağın olabilir, daha önemlisi, bu ahenkli yapı çökme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Diğer yandan, hikayede 2014-2016 arasında sıçramalarla ilerliyoruz ki, bu da “devasa bahis” sayısını geometrik olarak arttırıyor.

İki farklı zamanda geçen ve iki farklı tür harmanlanarak gerçekleştirilen bu başarılı anlatımı ilk sezonda da görmüştük. İkinci sezonda ise The Missing’in yapımcıları bu tasarıma üçüncü bir bahis daha katarak -kendileri açısından- zorluk seviyesini yükseltmişler: 1991’de Körfez Savaşı sırasında geçen bir başka gizem ve bunun beraberinde getirdiği draması. Bu bahis de anlatıma muntazaman yerleştirilince, The Missing, lezzetine lezzet katan bir tasarım olarak ışıldıyor işte.

Yine ilk sezondan farklı olarak, The Missing’in ikinci sezonunda daha yaygın anlatım bir tarz seçilmiş. İlk sezonda, hemen bütün düğümlerin son bölümde çözüldüğü bir yapı görmüştük. İkinci sezonda ise, düğümlerin çözümleri bölümlere daha fazla yayılmış halde. Aslında ikisi de kendi içinde riskler taşıyan tarzlar. İlkinde, son bölüm gereğinden fazla didaktik olabilir; ikincisinde, seyircinin finale dair isabetli tahminlerde bulunma ihtimali artar. Fakat etkileyici bir anlatımla bu riskler giderilebilir ki, ilk sezonda olduğu gibi ikinci sezonda da bu ustaca gerçekleştirilmiş. Kişisel tercih olarak, ikincisinden yana olduğumu (ikincisini daha zorlu bulduğumu) söylemeliyim. Dolayısıyla The Missing’in ikinci sezonunu bu manada da beni ilk sezondan daha çok cezbetti.

Nihayet, Julien Baptiste karakterine de değinmemiz gerek. Dizinin iki sezonu arasındaki yegane bağlantımız olan Julien, tam da bu nedenle, daha kalkındırılmış, hem tematik ve hem de dramatik manada daha güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zira Julien’i gören biz seyirciler, doğal olarak onu takip ediyor, hikayeyi onun üzerinden okuyoruz. Bambaşka bir kayıp hikayesi ve bambaşka karakterler tercih edildiği için, bu sezonda Julien’siz bir tasarım da yapılabilir ve yine güzel olabilirdi. Ancak Julien’in bu hikayede de bulunması yönünde yapılan tercih -yine işleri zorlaştırdığı ve üstesinden gelindiği için- kaliteyi yükselten bir unsur.

Velhasıl, her iki sezonunu da ayakta alkışladığım arşivlik bir çalışma olarak The Missing’i bir kez daha coşkuyla takdim ederim.