Bilim insanı yetiştirmenin yeni yollarını bulmalıyız (II)

Alanında yeterli, bilime ve alanına katkı sağlayan, öğrenci ve araştırma görevlilerinin yetişmesi için çırpınan öğretim üyeleri gururumuz… Onlarsa sonsuz saygı duyulmayı hak ediyorlar. Fakat üniversitelerimizde, meslekte 10-15 yılını geçirmiş olmasına rağmen akademik/mesleki gelişmesi oldukça gerilerde kalan, yıllardır akademik bir çalışma altında imzası olmayan, çalışmalarıyla uygulamaya hiçbir katkı sağlamayan örnekler fazlasıyla görülmeye başlandı.

Akademik süreçler, alelacele unvan almak üzere mesleki/akademik “tekamül”lerini tamamlayamadan basamakları bilimsel olmayan derlemelere dayanarak atlayanlar sadece topluma değil, kendilerine de haksızlık yapıyorlar. Dışarıdan bakıldığında şeklen kerli ferli, fakat gerçekte ne alanına ne de genel anlamda ülkeye laf kalabalığından başka bir şey katamayacak insan tipleri Türkiye’de akademinin gün geçtikçe sayıları yaygın modellerinden olmaya başladı. Hak edemeden, yeterince alın teri ve göz nuru dökülmeden herhangi bir konuma/makama gelmek zaten başlı başına haksızlık değil midir?

Aslında bu hal, bir sebep değil, tam anlamıyla bir sonuç. O halde, bu olumsuz sonucu ortadan kaldırmak üzere, buna yol açan sebeplere eğilmek gerekir. Mesleğe girişte rekabete dayalı ve başarılı bir şekilde başlayan bir aday bile bir süre sonra akademide aradığı tatmine erişemeyebilir. Önündeki riskler ve çeldiriciler iyi bir akademisyen olmasının önünü tıkayabilir.

Buna rağmen, bütün bu riskleri aşmanın yolları vardır. Üniversitedeki 25 yıllık gözlemlerime göre, akademisyen/bilim insanı adayının içinden geçeği/içine düşeceği risklerden bir kısmına birlikte bakalım:

Birinci risk, öğretim üyesi olmaya giden yolda ilk adım olan araştırma görevliliği konumu, başlı başına, meslekten ve mevzuattan kaynaklanan ciddi bir iş yükünü genç adayın üzerine yıkar. Genç aday, gözetmenlik görevleri ve sınav kâğıtlarının okunması yanında, yüksek lisans ve doktora için gerekli bütün çalışmaları aynı zamanda yan yana yürütmek zorundadır. Buraya kadarki kısım belki anlaşılabilir. Fakat, buna üniversitelerin bir kısmında idari görevli kadrosundaki yetersizlik dolayısıyla birçok idari işin asistanların üzerine yıkılması da eklendiğinde son derece yersiz ve adaletsiz bir durum ortaya çıkar. Çünkü genç adayın üzerindeki yükü ne kadar artarsa yetiştirilme veya kendini yetiştirme fırsatlarından o ölçüde uzaklaşmış olur.

Genç akademisyenin en fazla fedakârlık yaptığı ilk yıllarda doğru bir zaman tanzimi ve öncelikler sıralaması yapması önemlidir. Mesleki ilerleyiş ve birikimi kendi haline bırakmak yerine, kısa, orta ve uzun vadeli bir zaman planlaması ve hedefler konulması gereklidir.

İkinci risk ise birçok üniversitenin bilim insanı adayını yetiştirmeye yönelik bir program izlemiyor olması, hatta ellerinde bir planları bile bulunmamasıdır. Hâlbuki araştırma görevlileri, yardımcı öğretim elemanları olarak boşluk dolduran bir personel olarak görülmemelidir. Bilakis, onlar geleceğin bilim dünyasını şekillendirecek ve ülkeye katkı sağlayacak bireyler olarak kabul edilmeli ve değer verilmelidir.

Üçüncü risk, genç adayın önünde, kendisinden kaynaklanan başka olumsuzlukların ve risklerin ortaya çıkabilmesidir. Bu sadece çalışma ve okumayı sevmemekten ibaret değildir. Mesela mesleğin ilk yıllarında üniversite ile birlikte dışarıda para kazanmanın yollarına bakmak, adayı zihnen körelten ve bilim üretme kapasitesini daraltan yanlış bir tercihtir.

Dördüncü risk, birçok üniversitede bir kürsü oluşturacak sayıda öğretim üyesinin ve öğretim üyesi yardımcısının olmaması, bilginin, görgünün, mesleki tecrübe ve bilim geleneğinin aktarımı için gereken ortamların bulunmayışıdır. Üniversitelerimizde birçok anabilim dalı, tek bir öğretim üyesi ve araştırma görevlisine kalmış durumdadır. Diğer bazı üniversitelerde ise bunun tam aksine, gereğinden fazla abartılmış ve kalabalık kürsüler vardır. Bu arada,  bir bilim geleneği ve ekol oluşturacak çalışmalar yapan kürsülerin varlığını ve haklarını teslim etmek gerekir.

Beşinci risk, kıdemli öğretim üyesi ile araştırma görevlisi arasındaki ilişkinin geçmişte birçok örneğini gördüğümüz gibi köle-efendi ilişkisi olmadığını bir usta çırak ilişkisi olduğunun unutulmasıdır. Genç akademisyen adayı, şahsi işleri takip için değil, yetiştirilmek üzere emanet edilmiş kişidir.

Altıncı risk,aşırı ve içi boş bir özgüvenin gelişmeyi engellemesidir. Genç adayın mesleğe girişinin ilk günlerinden itibaren bazen kendisini mesleğin “duayeni” olduğunu zannetmesidir. Biraz ironi katarak söylersek adayın kendisinin asgari doçent seviyesinde işe başladığı gibi yanıltıcı bir zehaba kapılmasıdır. Bu da akademik gelişmeyi, öğrenmeyi ve ilerlemeyi tıkayan diğer bir husustur. Aday henüz işin başında olduğunu peşinen kabul ederek hayatın baştan sona bir öğrenme süreci olduğu ve bilimin sınırlarının olmadığı düşünceleriyle akademisyenliği seçmelidir. Akademisyen, öğrenme sürecinin profesörlük aşamasında da devam ettiğini/etmesi gerektiğini peşinen kabul etmelidir.

O halde, yapılması gereken; Ülkemiz için sağlam bir bilim politikası stratejisi oluşturmak,  sonra bu politikaya uygun şekilde üniversitelerin önüne gerçekçi hedefler koymak gerekir. Emeğin önemli bir kısmını da akademisyen ve araştırmacıların yetiştirilmesine ayırmak gerekiyor.  Onların önüne, sonuç odaklı, stratejik hedefleri olan planlı, amaçlı, mümkün ve rasyonel bir araştırma yol haritasının/ metodolojisinin konularak kendilerini yetiştirmelerini sağlayacak bir yapı oluşturulmalıdır…