İnsan sosyal bir varlıktır. Bütünüyle ebeveynlerine ve sosyal çevresine bağlı olduğu uzun bir çocukluk dönemine sahip olmakla diğer varlıklardan ayrışır. Ailenin, aşiretin ve toplumun uzun bir süreçte kazandığı tecrübelerle desteklenir. Bu ilişki şiddetli ve derindir. Müslüman topluluklar dahil olmak üzere çoğu toplumlar -nadir birkaç örnek dışında- yeni dünyaya uyum sağlayamaz. Dayanışma halinde kendini dünya önünde ispatlama becerileri de yoktur.
Birey toplumun bir ürünü olmakla birlikte bireyler de toplumu beslemektedir. Ancak bu süreç çok yavaş ve soyutlanmış halde ilerler. Eskiden topluluklar arasındaki iletişim sınırlıydı. Çin uygarlığı bile Mısır firavun uygarlığından büsbütün soyutlanmış durumdaydı. Aralarında hiçbir iletişim yoktu. Bu kapalı yapı, insani gelişmeyi ve tecrübe paylaşımını yavaşlatmış ve zayıflatmıştır.
İnsanoğlu, tarımı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrenmeden önce çok uzun bir dönem yaşadı. Ancak insanlığın ateş ve buhar enerjisine geçişi bütün anlayışları değiştirdi. Bugüne kadar insanlık, insani tecrübeyi yeterli düzeyde paylaşmakta ve bu birikimi nesilden nesle en uygun şekilde aktarmakta başarılı olamamıştır.
Sorunlarımızın büyük çoğunluğu, -özellikle insanların birbirini köleleştirmesi-, insanlık yürüyüşünün yeterince berrak olmayışından kaynaklanmaktadır. Tarihin muğlak kalması, müstekbirlik ve müstazaflık olgularının sürüp gitmesini sağlamaktadır. İşte bundan dolayı, az sayıda insan geriye kalan bütün insanlığa tahakküm edebilmektedir!
Açık ve seçik bilginin yokluğu, insanı belirli bir sistem kuramaz hale getirmektedir. Gelişmenin geçmiş tarihte çok yavaş olması, insanlığı gelecek tasavvuru oluşturmakta ve şartları değiştirmekte güçsüz kılmaktadır. Bizler bilgiyi sıradan insanlara açık bir şekilde iletemiyoruz. Bu yüzden, şüpheye veya şaşkınlığa düşmeden aktif bir şekilde ve kararlılıkla ilerlemelerini sağlayamıyoruz.
Umut kapısını kapamak elbette çabaları âtıl bırakır. Ama ben, bizi şaşkınlık, umutsuzluk ve pes etme karanlığından çıkarıp azim ve kararlılıkla canlı ve parlak umuda ulaştıracak ışığa sahip olmadığımızı büyük bir üzüntüyle hissediyorum. Zira ‘anlama’yı yitiriyoruz ve ‘açıklık’tan yoksun kalıyoruz. Durum aynen İsa aleyhisselamın dediğine benzer bir hâl almıştır: “İçinizdeki ‘ışık’ karanlıksa, ne korkunçtur o karanlık!” (Matta İncili, 6/23).
İnsanoğlu kudretini, rüşdünü ve temyiz yeteneğini keşfettiğinde, rüşd ile ğayy (doğru ile yanlış) birbirinden iyice ayrıştığında, işte o zaman Allah’a hakkıyla iman etmiş olur. İnsana silahlı bâtıla karşı açık ve savunmasız bir fikirle durma gücünü bahşeden Allah’a… İşte o zaman savunmasız düşünce, insanlar üzerinde baskı kurup terör estirmekten başka bir şey bilmeyen tiranların ayaklarının altındaki halıyı çekecektir.
Nebilerin yolunu sürdüren takipçileri kaçınılmaz olarak gelecektir. İşte onlardır hakikati ortaya çıkaracak, kötümserliğe ve umutsuzluğa yol açan yanılsamaları ve bâtıl inançları ortadan kaldıracak olanlar. İnsanlar hâlâ hak ile bâtıla eşit fırsat verildiğinde bâtılın galip geleceğine inanıyorlar!! Bu yüzden de -tüm tarafların iktidarın oluşumunda güç kullanmaya başvurmamayı kabul etmesini ifade eden- demokrasinin rüşdün gereği olduğunu anlamıyorlar. Ancak böyle bir demokrasinin öncelikle Birleşmiş Milletler’e ulaşması, hiçbir ülkenin veto hakkına sahip olmaması gerekir. Nitekim bütün nebiler fikir savaşında güç kullanımını yasaklamışlardır…
Bütün bunları ne zaman anlayacağız?! (Onlar o günü çok uzak görüyorlar; oysa Biz yakın görüyoruz.” (Meâric 70:6-7). Belki iki yay aralığı, hattâ daha az bir mesafe kaldı (Necm 59:9). “(Kafalarını alaylı bir edayla) sallayarak; “Peki, bu ne zaman gerçekleşecekmiş bakalım?” diye sana sorarlarsa de ki: “Belki de çok yakında!” (İsra 17:51).
Çeviri: Fethi Güngör