Adem ile Havva’nın ilk günahın işlenmesine  bağlı olarak hubut ettiği/düştüğü cennetin­­ nerede olduğu ile ilgili tefsir kitaplarında farklı yorumlar vardır. Bu izahlardan birine göre söz konusu cennet zaten dünyada, yüksekçe bir yerde bulunmaktaydı ki fiziksel ya da itibari iniş/düşüş burada yaşandı.

Kabristan, etrafındaki vadiye göre konumlanan coğrafi pozisyonu, iremleri anımsatan yeşil bahçelerle çevrili oluşu itibariyle tepeden bakıldığında insanda, düştüğümüz cenneti andıran bir his uyandırıyordu. Ve fakat orada bulunan kalabalıktan hiç kimse kendini cennette hissetmiyordu. Bir kişi hariç. O, varlığının nereden nereye uruc ettiğini ve  yükselmekte olan ruhunun akıbetinin idrakindeydi. Artık yolculuğun ve menzilin hakke’l-yakin farkındaydı. Çünkü yücelerden bir mertebeye ve refik-i alaya talip bir şehit, ansızın sonlanan yaşamının da şahidi idi.

Yerden Kürtçe ağıtlar yükseliyor, gökten şehadet sağanakları iniyordu. Metin olmaya, acılarını belli etmemeye  çalışan insanlardan müteşekkil mahşeri değil ama maşeri bir kalabalığın  katıldığı cenaze töreni sona ermişti. Tilavetler edilmiş, dualar yakılmış, topraklar karılmış, acılar iyiden iyiye kabarmıştı. Gök ekini biçmiş gibi omuzlar yorgun, bakışlar dalgın idi. Kimileri için ömre bedel derekede geçmek bilmeyen bir zaman dilimi nihayete ermiş ve son vazife formel olarak da olsa icra edilmişti. Artık herkesin kendi hayatına dönmesi gerekiyordu. Adet buydu. İmam’ın sözlerini tamamlayıp “el-Fatiha” demesinden  mütevellit, okunan Fatihalar şehidin ruhuyla arş-ı ala yolunda buluşup sohbete koyulmuştu bile. Her bir Fatiha kendini şehide arz ediyor, kârîsinin adını fısıldıyordu.

Gökte bu cümbüş yaşanırken aşağıdaki hüzün bir türlü dağılmak bilmedi. Son görev de yerine getirildiği için artık herkesin terk etmesi gereken mekanda tam bir sessizlik hakimdi. Kimse yerinden kımıldamıyor, ayaklar gerisin geri gitmiyordu. Bunun üzerine hıçkırıkların ve ağlayışların kuşattığı sükuneti başka bir Hoca’nın sesi böldü ve yeni bir dua hem cuş hem nush eyledi.

Kabirden ayrılırken ‘Üzülme’ dedim. ‘Üzülme; bir daha ölmeyeceksin!’

Kabristandan çıkarken geriye dönüp baktığımda tüylerimi diken diken, benliğimi ise paramparça eden o tabelayla yeniden göz göze geldim. Arkasına bakmadan yeniden geldikleri dünyaya, kendi malihülyalarına dönen insanlara bağırdığını bir ben mi duydum?

“Ey insanlar! İmtihandan geçirilmeden sadece ‘iman ettik’ demekle bırakılıverileceğinizi mi sandınız?”

Ankebut suresinin hemen başındaki ayete dikkat çekmek, önemini fark ettirmek için Yüce yaratanElif, Lam, Mim“huruf”u ile başlamıştı. Kalpleri teshir eden sözlerine her zaman böyle nidalarla başlamazdı. Elif zarif bir şehadeti, Lam lal olmuş dilleri, Mim ise müebbeti yani sonsuzluğu sembolize ediyordu.

Her ne kadar üstat “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber” dese de bazı ölümler ölümden önce geliyor.  Kimi zaman yirmi birinde kimi zamansa yetmiş birinde. Oysa en son ölüm gelir, gene de erken deriz.

Ademoğlu doğduğu andan itibaren kum saati tersine çevrilir ve onun için geri sayım başlar. Hayat başlarda yukarı yönlü gibi sanılır oysa ilk nefesten itibaren devinimimiz hep aşağı doğrudur. Ne saatteki kum tanelerinin sayısını biliriz ne de son taneciğin ne vakit düşeceğini.

Erdemli şairin dediği gibi “Her insan oruçlu doğar, ölümün iftar sofrasına”.

Sözümüzün değdiği herkes için vakti gelince zarif bir ölüm temennisiyle…