Mevlana’ya atfedilen bir söze göre, “İnsan köyde bir gün kalırsa, kırk gün aklı başına gelmez’miş”. Sözün ne derece doğru olduğu tartışılır, ama bir hakikate parmak bastığı kesin.

Şehir kültürsüzlüğünden şikayet eden ve şehrin buhran üreten makinaya döndüğünden dem vuran benim, köylülük kavramını barındıran bir başlıkla hiciv denemesine kalkmam büyük bir tezat. Hele de köye dönmenin, hatta ıssız bir köye yerleşmenin edebiyatını yapıyorsam. Ama insanı, “Homo homuni lupus”a (İnsan insanın kurdudur) dönüştüren medeniyetin ortasında Medine’nin hayalini kuruyor olmam beni şehirde tutuyor. Hem de şehir kültürsüzlüğünü kültürel köylülükle tavsif ederek.

Kültür, medeniyet ya da hars! Bu kavramlar çokça tartışılır. Kültür nedir, medeniyet nedir diye devamlı sorulur. Bu soruları bırakarak, kültür derken medeniyet, medeniyet derken harsı kastettiğimi belirtmek ve lafızları önemsesem de onlara takılmadan kavramlarla yükselmenin derdindeyim.

Kültür-sanat, var olmakla ilgili olup ontolojik bir meseledir benim için. İnsanın olduğu her yerde nefes alan bir olma biçimidir kültür-sanat. Bu minvalde kültür-sanatın şehirlilik ya da köylülükle bir ilgisi yoktur. İkisinde de nefes alır kültür-sanat.

Ama oluşturdukları dünya farklıdır. Birinde (şehir) bilme ve bildiği üzerinden gündem oluşturma, diğerinde ise bilmeden de olsa, sürekliliği olanın varlığı ilkesi gereği gündeme gelmeden yaşanma-sı söz konusudur. Köy, bir medeniyetin anasırından parçalar taşısa da sınırlıdır. Şehir ise kompleks yapısıyla sınırları devamlı genişleyen ve medeniyetin bilfiil inşa edildiği yerdir. Şehirde inşa edilen medeniyet, zaman içerisinde seyrelerek köyde karşılığını bulur. Ama orada üretilmez. Mevlana’nın “Köyde bir gün kalanın kırk gün aklı başına gelmez” derken vurguladığı şey bununla ilgilidir. Çünkü Mevlana şehirlidir. Dilden kültüre, sanattan siyasete medeniyet denilen olgunun şehirde üretildiğinin farkındadır. Bu hareketliliğin ve çok renkliliğin olmadığı yerde ise donma halinin kaçınılmaz olacağını düşünür. Bu vesileyle reyini şehirden yana kullanır.

Şehir, yüksek standartlar üzerine kurulu organizasyonlar bütünüdür ve bireysel gelişmenin enstrümanlarını bünyesinde taşır. İnsanları kalıba döker ama onları robotlaştırmaz. Çünkü kendisi de kalıplardan oluşur. Bu kalıplar üst bir seviyeyi temsil eder. Bu seviye mimariden sanata, dilden diyanete, siyasetten riyasete her alanda kendini ifade eder. Şehirde yaşayanlar bu standartlara uymak zorundadır. Aksi takdirde şehir hastalanır. Bünyesinde urlarla yaşamak zorunda kalır. Atabiliyorsa bünyesinden atar bu urları yoksa onlarla beraber yok olur. Fizyolojik olarak değil belki ama metafizik olarak ölür şehir. Çünkü yüksek standartlarını kaybetmiştir. Onu var eden yaşamsal ruhunu kaybetmiştir. Mesela İstanbul böyledir.

İstanbul, bedenen yaşayıp her gün biraz daha büyüse de, yüksek standartlarından arındırılmış bir şehirdir. Ne Fatih’in İstanbul’u vardır artık karşımızda ne de Constantin’in. Ne Nedim’in İstanbul’u var artık ne de Lamartine’in. Amicis’in ve Pierre Loti’nin İstanbul’u bile yok. Hatta Le Corbusier’in İstanbul’dan ayrılırken yazdığı şu satıların şehri bile yok:

“İşte büyük abidelerin yer aldığı sırtlardan aşağıya doğru az meyilli, çatıların gölgeleri altındaki cumbalar ve bunların gölgeleri altındaki pencereli duvarlar, pencereli cumbalar, mor, gölgeli satıhların pencerelerin geometrisiyle, aradaki bahçelerin yeşillikleriyle meydana getirdiği, adeta denize kadar uzanmış muhteşem bir acem halısını hatırlatıyordu. “ (Le Corbusier-1919) Bu satırlar, bir şehrin üzerinde yükseldiği ilke ve standartlardan haber verici niteliktedir. Daha ziyade mimari ve şehir planlaması alanındaki standartlardan haber veren bu cümleler İstanbul’un kültür-sanat bağlamında bir abide olma özelliğini vurgular. Şehrin kendisi bir sanat eseridir. Ki bu cümleler 1919 yılında yazılmış. Yani İstanbul’un ruhunun paramparça edilip müstemlekeler tarafından teslim alındığı zamanlarda. Hem bedenine hem de ruhuna zincirin vurulduğu zamanlarda.

İstanbul’un üzerinde yükseldiği standartlara bir başka örnek ise, kullanılan dille ilgili Abdülhak Şinasi’den rivayet edilen şu satırlarda çıkar karşımıza: “Hamdullah Suphi ile Halid Ziya bir gün Paris metrosunda karşılaşır, nicedir özledikleri anadilleriyle koyu bir sohbete dalarlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelir, mazur görülmesini rica ettikten sonra, öteden beri dillerin musikisiyle ilgilendiğini ve yol boyunca hangi dille konuştuklarını çok merak ettiğini söyler. Türkçe olduğunu öğrenince Şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis; olduğunu belirterek şöyle devam eder.;Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahza konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor; zira lisanınız bu ahenkli ve musikili inceliğine ermek için uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder.

Hamdullah Suphi’yle Halid Ziya’nın kullandığı dil, malumunuz üzere İstanbul Türkçesi. Binlerce yıllık birikimle yoğrulmuş ve çeşitli medeniyetlerle alış-veriş neticesinde zenginleşmiş bir Türkçe bu. Hanımefendiliğin ve beyefendiliğin dili olan Türkçe. Başka bir memlekette prozodisi bile hayranlık ve merak uyandıran Türkçe.

Dil ve mimaride karşımıza çıkan bu durum, siyaset, riyaset ve diyanette de geçerlidir şehirde. Sosyo-kültürel bütün katmanlarda vardır bu seviye. İşte bunlardır şehri şehir yapan. Şehri köyden ya da başka bir birimden ayıran.

Bugün bunları kaybettik. Kaybettiğimizi dile getirenler yaşıyor ama dile getirdiklerini kaybettik. İstanbul Türkçesiyle naif konuşmaların sahipleri yerini Aksaray’da bağıra bağıra konuşanlara bıraktı. Ki, sokakta bağıranların, “başka İstanbul yok diyerek” uyarıldığı bir şehirdi burası. Küfrederek ortalığı inletenlerin hakim olduğu mecraların şehri oldu İstanbul. Yere tükürenlerin pisliklerini temizlemekle görevlendirilmiş insanların olduğu şehir bugün, gece yarısı yapılan pikniklerin (mangal) sabahında pislikten geçilmeyecek Boğaziçi’nin şehri oldu.

İşte kültürel köylülük dediğim şey bu. Kendinden başka kimse yokmuş gibi yaşanılan ve şehrin üzerinde yükseldiği deruni niteliklerinden habersiz nefes alınan şey bu. Bu halde, ne aktarılabilir, hayranlık verici bir kültür üretebiliriz ne de yüce sanat eserlerine "ruh" üfleyebiliriz. Olsa olsa maganda kültürüne imza atabiliriz ki, İstanbul başta olmak üzere yurdun dört bir yanında hakim olan kültür bu bugün.

Buna isyan ediyorum. Bunun farkında olan herkesin de isyan etmesi gerektiğini salık veriyorum. Başkaldıracaksak buna başkaldırmalıyız. Bu derece kültür ve sanattan uzak oluşumuza kazan kaldırmalıyız. Bu derece güzellik yoksunu evlerimizden çıkıp sokakları inletmeliyiz. Ruhsuz gökdelenleri putları indiren İbrahim (a.s.) gibi indirmeliyiz. Bize sanat pazarlayan galerilerden çıkıp, sanatı her yere yaymanın kavgasını vermeliyiz.

Bu kavgayı, yumruklarımızla değil kelimelerimizle, kan değil boya damlayan ellerimizle, düşünmekten eriyen beynimizle ve incelikten yapılmış kalbimizle vermeliyiz.

Baki selamlar.