Cemil Meriç bir yerde Osmanlı’dan bahsederken hiç bir medeniyetin başaramadığını başardığını yazar. Ve onun insanı gerçekleştirdiğinin, kelimenin tam anlamıyla insanı inşa ettiğinin altını çizer.
Bilge-mimar Turgut Cansever de, Osmanlı şehrinden bahsederken ” insanlık tarihinin en yüksek çözümlemesi ifadesini kullanır.
Biri insandan bahsederken yüksek standartlara vurgu yapar, diğeri yüksek standartların sahibi insanın ürettiği âlî çözümlemelere.
Neden yazdım bunları? Yoksa ben de bir Neo-Osmanlıcı mıyım? Veya bu yazı hamasi söylemler etrafında şekillenecek bir nutuk mu olacak?
Ne Neo-Osmanlıcıyım ne de hamasi söylemlere saplanacak kadar nitelikten uzağım. Ben, Osmanlı’yı anlamaktan çok uzakta seyrettiğimizi düşünenlerdenim. Dilimize dolasak da aklımız ve kalbimizin fersah fersah uzak olduğunu da. Bunu anlamak için ürettiğimiz politikalara bakmamız yeterli sanırım. Bunu anlamak için islami(sözde) hassasiyetlerle imza attığımız yerleşim yerlerine (özellikle Başakşehir’e) bakmamız yeterli sanırım.
Bu acı cümleleri yazmamın ve şedid gibi görünen eleştrimin sebebi son Bosna seyahatimdi. Bilindiği üzere Saraybosna Osmanlı bakiyesi bir coğrafya. Avrupa’nın tam ortasında bir İslam beldesi. Gidenleri derinden etkileyen ve insana masum günlerini hatırlatan bir say mekanı Bosna.
Her gidişimde benzer hislerle dolduğum Bosna bu sefer bir başka etkiledi beni. Bu sefer daha derinden yakaladı beni. Neden böyle oldu bilmiyorum. Sanırım şehre daha bi alıcı gözle baktım bu sefer.
Bosna’da insanı fıtratına çağıran bir şeyler var. Bozulmamış şeyler. Korunmuş şeyler. Üzerlerinden silindir gibi geçmiş komünizm tecrübesi ve Tito gerçekliğine rağmen kalmayı başarmış değerler. Burada değerlerden bahsederken insandan bahsediyorum. İnsanı insan yapan şeylerden. Onların başında da şehirden. diyecek şimdi belki birileri. Ne alaka? şehirle insanı insan yapan değerlerin bağlantısı ne? Burada sözü Turgut Hoca’ya vermek gerekiyor. Turgut Hoca, mimariden sanata değer üretme adına insanın ortaya koyduğu faaliyetlerin varlık telakkisinin yansımasıyla gerçekleştiğini ve komolojik idrak anlayışından bağımsız bir değer üretiminin söz konusu olmayacağı söyler. Bu bağlamda ev inşa etmekten şehir kurmaya her faaliyet değerlerle ilgilidir ve insanı inşa etmek için vardır. insanı inşa ederken şehri, şehri inşa ederken de insanı inşa edersiniz. Çünkü insanı inşa eden değerlerle bir şehri inşa eden değerler aynıdır.
Değer sahibi olmak noktasında insanla şehir benzerdir ama değerleri muhafaza noktasında farklılık arz ederler. İnsanın yitmesi şehirlerin yitmesine göre daha kolaydır. İnsan bozulsa da şehirler yaşamaya devam ederler. Bahusus, şehirler değerleri, insana nazaran daha fazla muhafaza ederler. Değerler daha uzun süre mündemiç olarak yaşar şehirlerde. Bunu Bosna’da çok iyi gördüm. İnsan da bir şekilde korunmuş ama asıl şehir korunmuş.
Şehir derken kastım, elbetteki Başçarşı. Yoksa Sırp bölgesinden ya da Hasburgların kurduğu kentten bahsetmiyorum. İnsanla bina arasındaki uyumun doruğa çıktığı ve hiçbir arıziliğe imkan tanımayan Başçarşı’dan bahsediyorum. Bin yıldır orada varmış ve kıyamete kadar da var olacakmış izlenimi veren dükkanların olduğu çarşıdan söz ediyorum. Sıra sıra dizilmiş mütevazi mekanlardan, Hüsrev Begova’dan, Morica Han’dan, Sebil’den, Bedestenden söz ediyorum. Hangi sokağa girerseniz girin, sokağın aksına paralel uzanan yamaçlarda, evler, ağaçlar ve çatılarla tezyin edilmiş bir acem halısını andıran görüntüden bahsediyorum. Ne yana bakarsanız bakın gözünüzü bozacak ve Allah’ın yaratışındaki armoniye ihanet etmiş bir görüntünün olmamasından bahsediyorum. Dinlerin ve kültürlerin, mozayiği andıran bileşkesinin canlı vücudundan bahsediyorum. Aliya’dan bahsediyorum. Gökyüzünün öğrencisi olup yeryüzünün öğretmeni olmuş adamı yetiştiren yüce bir yaşama kültüründen. *
Bu cümleler uzar da gider ve Bosna’nın bana söyledikleri bitmez. Ama ne buna gerek var ne de yer.
Okuyana romantik çağrışımlar yapan bu cümlelere sebep olan Bosna seyahatim, doğal olarak Osmanlı’ya götürdü beni. Osmanlı’nın gücüne ve icra ettiği şeyin güzelliğine. Neyi başardığını daha iyi gördüm. Diğer medeniyetlerden farkını ve üstünlüğünü. Onca Avrupa şehrine gitmeme rağmen görmediğim, hissetmediğim şeyleri hissetme sebebimi. Bir İslam şehri olan Tahran’da da hissetmediğim şeyleri. Hem içimde hem de dışımda huzurun neden var olduğunu. Kendimi neden kendi şehrimden bile daha çok Bosna’ya ait hissettiğimi. Orada sadece gezme değil kalma duygusunu bana neden aşıladığını.
Ümitle doldum açıkçası. Çünkü değerlerinizi muhafaza eden şehirleriniz yaşıyorsa, o şehirler o değerleri yaşatacak insanları mutlaka üretecektir. Ve bir hikmet olarak Avrupa’nın tam ortasında bu değerlerin mündemiç olduğu bir şehir yaşıyor. O şehirde güzel insanlar yaşıyor. O şehirde güzel bir kültür yaşatılıyor.
Bunu iyi okumalı. Bunu bir şans olarak görüp iyi değerlendirmeli. Benden söylemesi..
Baki selamlar..
* Yazıyı yazıp demlenmeye bıraktığım süre içinde İlber Ortaylı’nın şu sözleriyle karşılaştım. Belli ki İlber Hoca’da benzer düşünüyor benimle. Hoca diyor ki: “İslamiyetin en hoş yaşandığı yer Bosna. Kazan da öyledir ama fazla kozmopolit. Saraybosna’da müslümanlık, Osmanlılık ve medeniyet birleşmiş. Sade insan sesiyle ezan okunur orada. Güzeldir. Dünya hakkında ümidinizi yitirirseniz Bosna’ya gidin.”