Sanat üzerine konuşulan ortamlarda çoklukla dem vurulan bir şeydir güzelden anlamadığımız. Bu millet güzellikten anlamıyor deriz(ben de derim). Bir suçlamadır gider. Sebepleri ortaya konmadan sonuçlar yüzümüze vurulur gider.
Hiçbir yere varmayan bir gidiştir ama bu. Gazımızı alırken başkalarının yüzüne gaz bombası patlatan bir gidiştir bu. Bundan kurtulmak gerek önce. Ve koymak gerek ortaya meselenin ‘niçin’ini. Biçimini değil ‘niçin’ini. Ki takip etsin ardından nasılı ‘niçin’ini.
Niçin sorusu en zayıf olduğumuz sorudur. Her yerde var olan ama hiçbir yerde görmediğimiz bir sorudur. Dahası görmek istemediğimiz. Kaldıysak geriye bundan. Kalırsak yine bundan.
Ne demek ‘niçin’ sorusu? Ve neden “nasıl” takip eder onu?
Asıldır çünkü niçin. Asla dairdir. Asla dair açılımdır. Üzerinize gelen yaylım ateşini bertaraf edip sizi köklerinize rücu ettirecek sorudur.
Ateşi bertaraf etmek kadar zordur ama niçin sorusunu sormak. Cesaret ister. Fedakarlık ister. Cefaya yazılmak ister. Zihin konforunu yerle bir etmek ister.
Sormazsanız patinaj kaçınılmaz olur. Bataklık derinleşir. Kendiniz olmanız imkansızlaşır.
Bu millet güzelden anlamıyor doğru. Katılmamak mümkün mü buna? Ama ne işe yarıyor katılmak? Bunu tersine, bu milleti de aslında çevirmedikçe ne işe yarıyor? Kaf patlatmadıkça ve eyleme durmadıkça ne işe yarıyor?
Söylenmekten ve yanlışı yüze vurmaktan ne zaman vaz geçeceğiz? Tren kaçtı, kaçıyor. Tren hep kaçmak için var. Gitmek için var. Bizimle ya da biz olmadan ama gitmek. Mutlaka gitmek. Cennete ya da cehenneme fark etmez. Mutlaka gitmek için var tren. Rotasını belirleyense içindekiler. İçinde kim varsa ona göre gidiyor tren. Tren sadece gidiyor. Götüren içindekiler. Güzellik treni de gidiyor. Elimizden kaymış bizden uzağa gidiyor. Birilerinin elinde cehenneme gidiyor. Yüzünü ateşe dönmüşlerin rehberliğinde cehenneme gidiyor. Sahip çıkmadığımız için biz de. Biz de gidiyoruz cehenneme. Allah’ın her şeyi güzel yarattığı ve güzele sahip çıkın dediği bir düzlemde kaybettiğimiz güzel-lik yüzünden cehenneme sürükleniyoruz. Halbuki bizim cennet hayalimiz var. Adn cennetlerine adımızı yazdırma, listeye girme arzumuz var. Sevgiliye komşu olma isteğimiz var. Susamışlığımız dinsin diye Kevser’in havzına yüzümüzü sürme derdimiz var.
Peki ama nasıl? Bu çirkinlikle mi? Siretimizden yansıyan suretimiz ve suretimizden akan siretimizle mi? Güzelden bu kadar uzağa düşmekle mi?
Eminim diyecektir birileri.
“Adam kafayı güzele takmış”. “Güzellik karın mı doyuruyor?” …
Düzelteyim isterseniz. Adam güzel derken iyiyi kastediyor. İyi derken güzeli. Derdi güzellikle bu adamın çünkü iyi olmak gibi bir derdi var. Güzel olmak gibi bir derdi var. “Sizin en hayırlınız(iyi) ahlakı en güzel olanınız” değil mi? Yine “ Sizin en hayırlınız(iyi) eşine en güzel davrananınız” değil mi? İşini güzel yapanı Allah sevmez mi? En güzel yaratan o değil mi? Varlığı tezyin ederek temaşaya açan o değil mi?
Hal böyleyken güzeli kafaya takmamak mümkün mü? Güzelden anlamama şansımız var mı? Öyle bir seçenek var mı cevaplar arasında? Bana ne güzellikten, sanattan deme imkanımız var mı? Varsa ve diyorsak biz kimiz? İnsan mıyız? İnsan güzelden anlayan değil mi? Hayvanlar anlar mı güzelden? Ya bitkiler? Madenler? Altın bilincinde midir güzelliğinin? Ya elmas anlar mı ışıltısından?
O vakit, güzelden anlayan sadece insandır. Güzeli tayin ve takdir eden yegane varlık insan.
İnsansa eğer güzelden anlayan biz neden anlamıyoruz? Bu millet neden anlamıyor?
Anlamıyor çünkü güzellik inkıtaya uğramış bu topraklarda. Güzelliğin içi boşaltılmış. Sahte anlamlar yüklenmiş. Beş bin yıllık sanat ve tasarım geleneği ithal anlayışlarla yerle bir edilmiş. Batıdan yapılan ithalatla kendi olan ne varsa boğdurulmuş. Tu kaka ilan edilmiş. En güzel renk armonileri yerini, Batı’nın kaotik kontraslarına bırakmış. Doğal malzemeden üretilen yaşam yerini sentetik var oluşlara bırakmış. Orijinal ne varsa terk edilmiş. Binlerce yıldır yapma biçimleri terk edilmiş. Bunu yaparken, içsel dinamiklerden yola çıkılarak yapılan terkipler yerine bir dayatmanın ürünü spekülatif sonuçlar tercih edilmiş. Düşünün bir kez. İnsanı ve onun bütün açılımlarını temsil eden ahşabı terk etmişiz evlerimizin yapımında. Dünyanın en güzel halılarını, soyut tabloları andıran muhteşem kilimlerimizi, onlarla beraber renk bilgimizi terk etmişiz. Toprağı terk etmişiz, başımızın üstünde asılı duran göğü. Kaliteyi terk etmişiz. Dokusu olan şeyleri. Doğal olarak dokunmayı. Dokumayı ve dokunmayı. Dokuyamadığımız için de okumayı. Okumadığımız için de okunmayı. Varlığı okuyup işlerimize dokumayı terk etmişiz. Her yerinden güzellik fışkıran kainatın rehberliğini terk etmişiz. Arının öğreticiliğini. Peteklerindeki ilham verici estetiği. Çiçeklerin bize sunduğu renk bilgisini. Armoniyi. Ve bunların hepsini, tercihimiz gibi gösterilen bir ter köşeye maruz kalarak bir dayatmanın sonucunda yapmışız. “Benim hayatım benim tercihim” demişiz sonra. Hayatımızda öz itibariyle kendimize ait hiçbir şey olmadan “benim hayatım benim tercihim” demişiz fütursuzca.
Güzelden/sanattan anlamak için güzel sanatlar fakültesine gitmeye ihtiyaç yok. Birilerinin dediği gibi Türkiye’de yeterince fakülte ya da atölyenin olmaması değil buna sebep. Var olan fakülte ya da atölyelerin güçlü bir geleneğe yaslanmaması bunun asıl sebebi. Çünkü güzellik gelenekle olur. Sizden önce vardır. Sizle vardır. Sizden sonra da var olacaktır. Güzelliği ne icat edebilirsiniz ne de ithal. Var oluşunuzda vardır o. Yoksa, kendinizden, sizi siz yapan şeylerden uzaklaşmışsınızdır.
Güzellik, bir geleneğe yaslanan fakülte/atölyelerle beraber yaygın eğitimin hatta yaşamın bir rüknü olarak varsa var olabilir. Hayata sinmiş, bir kenarına değil her tarafına sirayet etmiş olursa var olabilir. Baktığınız her şeyde, gittiğiniz her yerde, kullandığınız her malzemede varsa var olabilir. Evinizin eşiğinden çatısına, ayakkabınızdan saçınıza, işinizden aşınıza varsa var olabilir. Aksi takdirde var olmaz. Kendine yer bulamaz. Birilerinin tekelinde olur güzellik. Birilerinin ürettiği, birilerinin de tükettiği bir şey olur. Bir pazar nesnesi olur. Bugün öyle değil mi? Bugün güzellik sadece pazarlamanın bir ürünü değil mi? O zaman nasıl anlasın bu halk güzellikten? Kendine gelmekten uzakta seyreden, kendini de her şeyi de uzaktan seyreden bu millet nasıl anlasın güzellikten? Anlaması için ne yaptık? Buluşturduk mu insanları? Gerçek güzellikle tanıştırdık mı? Güzellikten anlamak için onu bilmek gerek. Onunla yüzleşmek. Tadına varmak. Kıyas yapabilmek. Takdir edebilmek. Halbuki takdir yeteneğini aldılar bu milletin İlhami Atalay’ın deyişiyle. Bu yüzden bilmiyor güzel nedir, çirkin nedir? Ne iyidir, kötü neye denir? Bilseydi Batı resminde sanat nesnesi olarak görücüye çıkan ve dünyanın gıpta ettiği Türk halılarını değişir miydi makina halılarıyla? Bilseydi ahşabı terk eder miydi evlerinin ana malzemesi olarak? Topraktan göç eder miydi apartmanlara? Hiç izin verir miydi göğü delen gökdelenlere?
Vermezdi. Ama verdi. Çünkü bilmiyor. İnkıtaya uğramış gelenekle ve güzellik anlayışıyla savaşı devam ediyor. Savaşmaya devam ediyor kendisiyle. Savaştıkça da uzaklaşacak güzellikten. Savaştıkça da uzaklaşacak sanattan.
Bu milletin, müstemleke mantığının bütün türevlerini bırakıp kendisiyle barışmaya ihtiyacı var. Hem de hemen. Şimdi!
Baki selamlar.