Aidiyet sorunu yaşayan, iç dinamiklerini çalıştıramayan, iktisadi ve sosyal üretim yapma kabiliyeti zayıflayan toplumlar, çoğu zaman çareyi dış tehditte ararlar. Kavafis bu olguyu “Barbarlar Geliyor” şiirinde enfes bir şekilde tasvir etmiştir. Kemalistlerin barbarları, şeriatçılardır; solcuların barbarları, meçhul Faşistler! Türkçülerin barbarları, Kürtçüler; Kürtçülerin barbarları, Hizbu’l-Devlet; İslamcıların barbarları, küresel güçler.

İstersek bütün sosyal değişim ve gelişimleri barbarlar üzerinden izah edebiliriz. Fakat kendimizi yanıltmaktan, avutmaktan, züğürt tesellisi yapmaktan öteye gidemeyiz. Önce meseleyi anlamaya çalışmak en doğrusu olur. Tabiatta, evrende, mikro ve makro alemde bir düzen var ve biz buna sünnetullah diyoruz. İnsanlar arasında da toplumlar arasında da bir düzen var ve değişimler, dönüşümler bu temel yasalara göre açığa çıkar. Mesela dağdan gelen, bağdakini kovar. İbn-i Haldun’un ifadesiyle söyleyelim: “Bedeviler (çevre), her zaman medenileri (merkez) döver.” Bunun sebebi ise aidiyete, aidiyetin sebep olduğu, değer üretme kabiliyetine bağlıdır. Bir topluluğu yücelten, diğer topluluklara karşı üstün kılan unsur, üretme kabiliyetidir. Üretme kabiliyeti ise, değerlerden, değerler aidiyetten beslenir. Bu gerçeği Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde şunu görürüz: 70 yıl boyunca Kemalist rejim tarafından baskıya maruz kalan İslamcılar (çevre), ürettikleri sosyal dinamiklerle, kaçınılmaz olarak Kemalist zihniyete, kadrolara üstün gelmiş ve çevre gelip merkeze yerleşmiştir. Bundan 20 yıl önce İslamcıların parası, pulu, zengin vakıfları yokken, harıl harıl kitap okuyan gençleri, topluma söyleyecek sözleri, gayretli abileri vardı. Bu nedenle İslamcılar, psikolojik olarak üstündüler ve söylem üstünlüğüne sahiptiler. Bu üstünlükler bir süre sonra kaçınılmaz olarak İslamcıların siyasal galibiyetiyle sonuçlandı ve İslamcılar, çevre unsur olmaktan çıkıp merkeze yerleştiler. Merkeze yerleşen unsurlar, çoğunlukla ulaştıkları konfor nedeniyle dinamizmlerini yitirir. Maalesef konformizm ve dava bir arada yaşamakta zorlanıyor. Türkiye’de de hep böyle olmuştur.

Siyaset, olağan koşullarda sosyolojinin üzerine oturur. Toplumsal yöneliş ve talepler, siyasetin yönünü belirler. Belirleyemediği zamanlarla da toplum ile siyasi erk arasında açık ve gizli çatışma alanları oluşur. Toplumsal yönelim ve talepler de çoğu zaman topluma nüfuz eden örgütler eliyle oluşur veya ortaya çıkar. Son on yıllık toplumsal tarihimize baktığımızda şunu görürüz: İslamcıların boşalttığı çevre pozisyonunu Kürtçü siyasal hareketler almıştır. HDP başarısı için söylenecek birçok unsur var elbet. Konjonktür, diğer partilerin zimmi desteği, PKK tehdidi vs. Bunların hepsi belli oranda doğrudur. Ancak bir doğru da HDP’nin oluşturduğu toplumsal dinamizmin varlığıdır. HDP içinde barındırdığı yüksek aidiyet bilinciyle, politika ve söylem üretebilmektedir. Bu yüzden eski radikal İslamcılardan Marksistlere, eşcinsellerden aşiret ağalarına kadar geniş bir kitleyi bir araya getirmeyi başarmıştır. AK Parti ise, üretmeye çalıştığı üst aidiyeti imparatorluk toplumu/ümmet bilinci bir kimlik haline dönüştürmekte zorlanmıştır. Dünya mazlumlarına miting alanlarından selam göndermek yeterli olmamış, bu bilinci inşaa edecek söylem derinliği oluşturulamamıştır. Buna rağmen seçim sonuçlarından sonra ülkede oluşan havaya baktığınızda, AK Parti’nin halen bu ülkenin tek umudu olduğu gerçeği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu yüzden AK Parti tabanıyla tavanıyla bu ülke için sorumluluğunu derinden idrak etmeli ve “Barbarlar” söylemine sığınmadan, yeniden inşa sürecine koyulmalıdır.