Malumunuz, geçtiğimiz hafta Balkan coğrafyasındaydım. Savaşın iç burkan kırıntılarını, bölgede kültürel tortular bırakmış komünizm zulmünü, Müslümanlara yapılmış acımasız katliamları yerinde tecrübe etmek nasibine eriştim.
Bilhassa, çoğu yok edilmiş Osmanlı mirasları ve bu eserlerin şuur diriltici hikâyeleri hakkında yazılması gereken çok şey var. Zira eser dediğin, neticede medeniyettir. Medeniyet; maziye uzanan aidiyet köprülerini, menzilini mutlak hakikat bellemiş gencecik yollara bağlamaktır.
Yakın tarihe göz atalım. Tito, Büyük Yugoslavya hayalini gerçekleştirmek için Balkanları Marksist bir kasırgaya hapsetmişti. Fakat din telakkisini ne kadar rafa kaldırmaya çalışsa da belli başlı kültür miraslarına dokunmadı. Enver Hoca ise daha çok Stalinist bir strateji güttü. Arnavutluk’taki medeniyet miraslarının, kültürel ve dini eserlerin cemini imha etti. Eğitim, mimari, sosyal hayat ideolojik çatıda tek tipleşti…
Bakın, bu yaşananlar muazzam bir bunalımdır. Uzun vadeli ve Balkan coğrafyasındaki kabuk altı yaraların halen daha durdurulamadığı bir sosyolojik buhran… Yapmak ne kadar zorsa yıkmak da o kadar kolaydır. Osmanlı, cihan devleti olabilme zeminini iki asırda kökleştirebildi. Batı güdümlü milliyetçilik isyanları, din adamı şemailindeki ehl-i sünnet bozguncuları, jeopolitik kumpaslar derken çok kısa bir sürede Balkan halkları Osmanlı’dan koparılıp öksüz bırakıldı. Bölgede girift bir tipoloji bulunması, yönetim sistemlerindeki çok başlılık, Komünist dönemden kalma toplumsal algı ve irade mühendisliği de zaten; Balkanların halen daha sosyo-politik ve sosyo-ekonomik bağlamda Batı’nın çiftliği olmasındaki önemli etkenlerden.
Ve bu kirli çarkın en çok hasar görenleri de Müslümanlar. Kültürel iktidar, gördüğüm ve bizzat orada yaşayan Müslümanlar’ın onayladığı kadarıyla İslam düşmanı Sırplar’ın/Hırvatlar’ın elinde. Onlar da yönetimden tutun köylüsüne kadar Avrupa’nın sacayağı konumunda. Sosyal hayattaki çeşitli uygulama ve projelerle Balkanlar’da yaşam koşullarını zorlaştırıp, aklı başında Müslüman gençleri Avrupa’ya çekerek zihin göçü ve nüfus kaynağı olarak kullanma derdindeler. Mesela Balkanlar hayvancılık ve tarım için çok uygun bir coğrafya. Fakat insanları hayvancılık ve tarıma yönlendirip ülke jeolojisinden ekonomik açıdan en yüksek kârı yakalamaktansa, bu gibi meslekleri halk nezdinde önemsizleştirerek psikolojik baskı uyguluyorlar. Genç nüfusu, post-modern mesleklere yönlendirip statü, karizma gibi kavramlarla boğuyorlar. Bu sefer modern çalışma hayatına entegre olmuş ebeveynler, çocuklarını sömürge yanlısı kültürel iktidarın kurup yönettiği kreşlere, eğitim kurumlarına vermek zorunda kalıyor. Bu kurumlar da çocukları kurulu düzene biat ettirecek bir sistemle yetiştiriyorlar. Ve döngü bu şekilde tamamlanıyor.
Etnik kökenleri farklı olsa da Balkanlar’daki Müslümanlar işte böyle bir nizamın pençesinde. Önceki yazımızda bahsettiğimiz Balkan Alperenleri’nin himmeti nasıl bereketliyse artık; şükür vesilesi olacak şuur ve idrak sahibi bir kesim de yok değil. Hatta azımsanmayacak kadar çoklar. Dinin, aidiyetin, mukaddesatın birçok Balkan yöresinde maalesef basit bir kültür kıvamına eridiğini biliyor ve bunu dert ediniyorlar. Bazı Türklerden daha çok Türkiyeliler. Osmanlı’yı özlüyor ve Osmanlı mirasını her alanda yaşatmaya çalışıyorlar. Fakat devlet ricali ve halk olarak desteğimize ihtiyaçları var. Bunu her fırsatta dile getiriyorlar.
Üsküp’te yaşayan, Kosovalı, Türkiye politikasına da hizmet vermiş, tarihçi bir arkadaşımın; uzun uzun dertleşmemizin akabinde sarf ettiği sözlerle bitireyim yazıyı:
-Türkiye umuttur. Sizler de Türkiye’nin umudusunuz.