Kayda değer zannedilmeyen ayrıntıların hafsalama kazındığı yaşlarımdaydım. Evlerin sadece soba köşelerinin ısındığı yıllardı. Köyler, köy gibiydi. Şehirler ise henüz mega kent hatta kent bile olmamıştı. Erkeklerin cebinde kumaş mendil ve naylon tarak yan yana dururdu. Köy yerlerde berberde tıraş olmak pek vaki değildi. Bu yüzden babalar, sakallarını evlerinde kendileri keserdi.
Bir kamu kurumunda mevsimlik işçi olan babam pazar günleri evde olurdu. Kahvaltıdan sonra, odanın ortasına, sobanın yanı başına, eski ahşap sandalye konulurdu. Babam pijaması üstünde, sandalyenin karşısına bağdaş kurup otururdu. Dizlerinin üzerine bir havlu örter, sandalye üzerine koyduğu tam ortasından çatlamış olan aynayı yüzüne göre ayarlardı. Annem; sobanın üzerinde, eski bir çaydanlık içerisinde ısıttığı suyu, bakır bir tabağa aktarıp hazırlardı. Tıraş fırçasını sıcak suya batıran babam, benim pinpon topuna benzettiğim tıraş sabunu ile bir güzel köpürtürdü. Kâğıdından çıkarmadan ikiye böldüğü jiletin bir parçasını dökümden yapılmış tıraş makinasına takardı ve yanaklarını şişirerek tıraşa başlardı. Televizyonda pazar konserinin klâsik müzik yayınını dinlemek yerine babamın tıraş seremonisini izlemeyi yeğleyen biz aile fertleri, babamın etrafında toplanırdık. (Babalar öyledir; bir köpük etrafında bile aileyi toparlamayı başarabilir.)
O zamanlar otuzlu yaşlarında olan babam, siyah gür sakallarını sinek kaydı kestikten sonra eline tarağı-makası alıp bıyıklarını düzeltirdi. Kalın ve siyah bıyıklarını, bir hattat rikkatiyle kenarlarından ve altından keserdi. Tıraş bittiğinde limon kolonyası sürülen yüzü parlar, babam değme jönlere taş çıkartır hale gelirdi. Yakışıklı adamdı benim babam.
Bir sonbahar sabahıydı ve yine bir pazar günüydü. Uykudan uyanıp lavabo için odadan çıktım. Hava güneşliydi. Babam damın bir kenarında çömelmiş oturuyordu. Bana doğru kaçamak bir bakış atıp tekrar, binlerce yıldır akıp duran ırmağa ve çıplak sıra dağlara yüzünü döndü. Ben gördüğüm manzara karşısında yıkılmıştım. Ellerim boşalmış, gözlerim dolmuş ve boğazım düğümlenmişti. Hayatım boyunca çok utandığımı hatırladığım sayılı anlardan biriydi. Babamın geniş ailesinde, babamın söz söylemeye en çok hakkı olduğu bir meselede, söylediği söz aile meclisinde dikkate değer görülmemişti. Bunun üzerine babam “Sözünün değeri olmayan adamın bıyığının da değeri olmaz” demiş ve o gece hayatında ilk defa bıyıklarını kesmişti. Babam o günden sonra bir daha bıyığını kesmedi. Oğullarından hiçbiri de henüz bıyık bırakmaya cesaret edemedi.
Biliyorum; bıyığın mevsime, sakalın iklime göre şekillendiği ve dahî kesildiği bir zamanda bıyığa bu kadar mana yüklenmesini anlamakta zorlanacak insanlar. Lâkin bizler; hayatı remizlerle, işaretlerle ve sembollerle anlatan ve anlayan milletler eşyaya anlamlar yükledik binlerce yıldır ve yüklemeye devam etmekteyiz. Bizim için “bayrak” bir bez parçası olmadı hiçbir zaman. Başa örtülen bezin sadece saçları kapattığını düşünmedik. “Sakal” bir kıl yumağından çok fazla anlamlar taşıdı bizler için. Ne “haç” birbirine çatılmış iki doğrusal çizgi ne de “hilal” ayın ilk evrelerinden biriydi bizim lügatimizde. İşaret taşıyanları tanımaktaki maharetimiz bundan mütevellit. İşaret taşıyamayacak kadar korkak ya da hain olanlar konusunda hep acemilik geçirdik.
Babasının bıyığa hayati bir anlam yüklediği bir âdem olarak ben, yıllardır üzerlerinde haç taşıyan adamların, istavroz çıkaran ellerinin duaya açılırken yaşadıkları acemilikleri görmekte zorlanmıyorum…