Okullarda eğitim öğretimin başlaması ile birlikte talim ve terbiyeye dair meseleler ve müesseseler, medyada mevsimi gereği genişçe kendilerine yer edindi. İlk ders zilinin çalınmasından servis araçlarına, öğretmenlerin çalışma koşullarından müfredata, okula alışmaya çalışan ilk mektep talebelerinden dersi asan lise öğrencisine kadar birçok haber konusu ve görüntüsü yansıdı televizyon ekranlarına.

Okullarda okutulan derslerin bir kısmının müfredatının hafifletilmesi ve ders kitaplarının bir kısmının yeniden yazılmış olması herkesin merakını kitaplara celp etti. Herkes farklı niyetlerle konuları bir güzel gözden geçirdi. Kendi adıma bu duruma sevindim. Zira soran, sorgulayan, takip eden, düzelmesini isteyen bireylerin oluşturduğu toplum, hakikati er ya da geç bulacaktır. Kendi öğrencilik yıllarımı hatırlayınca da kendi adıma üzüldüm tabi. Bizim zamanımızda –ki 90’lı yıllara tekabül eder öğrencilik yıllarım- değil müfredatı, muallimi nazikçe tenkit etmek bile tahayyül edilemezdi. Sistem eleştirisi yapmak DGM’de yargılanmayı göze almak anlamına gelmekteydi. Çok şükür o günler gitti. Bir daha gelmemesi de en büyük temennimiz.

Geçen iki hafta boyunca kitapların içerikleri/muhtevaları, resimleri, cümleleri, kelime tercihleri yüz binlerce göz tarafından didik didik edildi. Ya da edilmedi de sosyal medyada ve matbuatta çıkan birkaç örnek yüzbinlerce kişi tarafından tekrar edildi. Herkes meşrebine ve tercihine göre kitapları bir güzel eleştirdi. Seküler ebeveynler “çocuklarının yeni müfredat ve bakanlık tarafından dindarlaştırıldığını” iddia ederken, dindar ebeveynler de “çocuklarının dinden uzaklaştırıldığını” dile getirdi. Herkesi tam olarak memnun edecek bir sonuç çıkmayacak belki ama öyle ya da böyle kitabı yazanlar, kitabı inceleyenler ve onay verenler hakkında gerekli incelemeler ve soruşturmalar bir neticeye varacaktır.

Ben meselenin bu tarafından ziyade başka bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Mesela ilkokul kitaplarından birinde “küresel ısınma” konusunun işlendiği bir metinde, metinle ilgili resimde yer alan kutup ayısının parmağı mevzusu. Malumunuz, olay sosyal medyada ve ulusal basında geniş yankı buldu. Henüz ilk mektepte okuyan sabilerin kutup ayısı parmağı ile tanışmaları tabii ki arzu edilen bir durum olamaz. Hem talim hem de terbiye yönünden nahoş bir durum. Meseleyi bu yönüyle ele alıp eleştiren herkesi tebrik ediyorum.

Ancak ben bu konuda toplum olarak çok da inandırıcı olmadığımızı düşüyorum. Söz konusu karikatür gibi ve hatta onlardan çok daha beteri olan karikatürler; matbuatta ve sosyal medyada dolaşıyorken, benzer hareketleri yetişkinler her yerde yapıyorken bu kadar gürültü çıkarılmıyor. Hatta sesini yükseltenler “fikir hürriyeti katili” ya da “sanat düşmanı mürteci” ilan edilip linç edilmeye çalışılıyor. “Ama efendim sapla samanı karıştırmayalım. Çocukla yetişkin arasındaki farkı da görmezden gelmeyelim…” diye itiraz edecekler olacaktır mutlaka. Benim anlatmaya çalıştığım mesele tam da bu zaten. Evet, çocuk ile yetişkin bireyin duygu dünyası, kelimeleri, davranışları bir olmaz, burası muhakkak. Fakat okul duvarlarına –hatta sınıfın dört duvarı arasına ve de öğretmenin sınıfta olduğu vakitlere- sıkıştırılmış ve toplumun geri kalanını ilgilendirmeyen bir “ahlakî” öğreti ne kadar başarılı olabilir? Eğitim sisteminde de ahlaki eylemlerimizde de muvaffak olamayışımızın sebebi bu kopukluk değil midir?

Yetişkin bir insanın tek başına izlerken bile yüzünün kızardığı bir stand-up gösterisini maaile yüzlerce kişinin salonda kahkahalar eşliğinde izlemesi, hatta bu gösterinin televizyon ekranlarında hiçbir kısıtlama getirilmeden yayınlanması “ayıp” olmuyor da “ayının parmağı” gözümüze batıyorsa burada bir tutarsızlık yok mudur? Dindarlığı camiye ve imama, ahlakı okula ve öğretmene, dürüstlüğü siyasete ve yöneticiye, adaleti adliyeye ve hâkime hasretmek ne kadar doğrudur? Mevzu bahis ayı karikatürünü o kitaba koyan yazar, pekâlâ kendi ahlaki anlayışına göre bunun dikkat çekici esprili bir dil olduğuna inanıp da koymuş olabilir. On yaşındaki çocuğuna dinin kültürünü anlatan dersi bile bir yönlendirme olarak gören bakış açısının söz konusu karikatürü eleştirip, “çocuklarımıza bunu nasıl yaparsınız?” deyip ortalığı ayağa kaldırması çelişki olmuyor mu? Hatta çelişkiden de öte bir “kendini kandırmaca” yok mu ortada? Üç-beş sene sonra lise çağına geldiğinde ayı parmağını mumla aratacak müstehcenlikteki karikatürlerin yayınlandığı dergileri çantasında görüp gülecek, hatta çocuğu ile beraber okuyacak ebeveynlerin üç sene öncesinde kıyamet koparmasını nasıl değerlendireceğiz? Bu bakış açısının aslında çocuklarımızın bilinçaltına “ahlakî kabullerin” yaşa ve pozisyona göre değiştiği mesajını verdiğini fark etmeyecek miyiz? Mesela muhalefette iken eleştirdiği ve “ahlaksızlık” olarak gördüğü şeyleri iktidar olunca savunma ve “normal” kabul etme tutumumuzun “kutup ayısı parmağı” meselesi ile hiç ilgisi yok mu?

Bir baba olarak ben de çocuğumun kitabında “kutup ayısı parmağı” görmesini istemem. Lisede görmesini de istemem. Her ebeveyn gibi çocuğuma öğretmeye çalıştığım “iyinin/doğrunun” kendi karakterimde ve davranışlarımda görülmesini arzu ederim. Daha da önemlisi çocuğumun beni “tutarlı” bir baba olarak görmesini isterim. Bu samimi tavrı ortaya koymadığımız sürece, talimimiz de terbiyemiz de kutup ayısının parmağında sallanmaya devam eder…