Rivayet edenler bir muştunun gerçek olduğu, bir hayalin hayat bulduğu o günü aşk ile anlatırlar ve haber verenler Hz. Peygamber’in müjdesi için canını vermekten bir an olsa çekinmeyen o erleri asırlar evvelinden görülmüş bir rüyanın tabiri olarak anlatmışlardır. Ve demişlerdir ki Hz. Peygamberin hicretinden sekiz yüz elli yedi sene ve İsa Peygamber’in dünyaya gelişinden bin dört yüz elli üç sene sonra mayıs ayının yirmi dokuzu bir Salı günü tamı tamına elli üç gün ve gece süren bir muhasaradan sonra Ulubatlı Hasan nam bir Osmanlı neferinin burçlara diktiği Osmanlı sancağı dalgalanırken ve aynı yiğit diktiği sancağın yanında sağ elini kulağına atmış gözünden yaşları akar halde ezan-ı Muhammedî okurken şehre girmişlerdir.

Ve yine rivayet etmişlerdir ki koca bir imparatorluğu dize getiren, bir şehirden çok daha fazlasını fetheden bu erler yıkılmış bir sur gediğinden girerlerken şehre dillerinden yalnızca ve yek ağızdan bir avaze salmışlardır göğe;

“Sefer bizim, zafer Allah’ındır…”

Yazmak bir maksat, bir gaye bir dava uğruna yazmak… Bazen hayallerini gerçek sanıp ve bazen de gerçek olsun istediklerin için dua eder gibi yazmak… dert etmen gereken lakin bazı vakitler unuttuğun ya da belki hatırlayamadığın bir sırrı hatırlatmak için yazmak…

İnsan hayalleriyle yaşar kâri. Dertleriyle yaşar ve dert ettikleriyle… Yoksa bu dünyada yaşamış olmak denen hal sadece doğmak demek değildir. Eski şairlerin dediği gibi “bir hoş sadâ”dır belki de baki kalan. Yoksa beden toprak olacak, var dediklerimiz yok olacak, geriye ardımızda bir isim ve belki de bir hayal kalacak. En azından şimdiye kadar tarih bize bunu öğretti. Hayali büyük olan adamlar bilmem kaç yıllık ömürlerine asırlık hayaller sığdırdılar ve asırlar onları unutturmaya yetmedi.

Seni bilemem ama benim ve belki de ben gibilerin en büyük hayali Ayasofya’da iki rekât namaz kılmaktır ölmeden evvel. Belki tekrar olacak ve çok fazla söylendiğinden lüzumsuz gibi duracak ama inan ki öyle değil. Zira Ayasofya kabuk bağlamayan bir yara gibi seksen küsur yıldır gönlümüzde durur bizim. “Çok mu mühimdir?” diyeceksin. “Onlarca cami var aynı semtin içinde, onlar zaten varken illa bu Ayasofya davası da nedir?” diye soracaksın belki de, bilmiyorum. Ki soranlar var. Onlar hayali olmayanlar, gönlünde bir ateş yanmayanlar ve bence inanmak denen sırrı henüz bulamayanlar onlar.

Ayasofya İstanbul’un tapusudur kâri. Neden çekineyim ki! Hatta bu topraklarda “inandım” diyerek yaşayan her kim varsa hepsinin namusudur. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse orada başlar hayal tükenmiş, dava tükenmiş, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan söz de tükenmiştir.

Hem biliyorum sen de ben gibi hissedersin kâri. Lakin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başlarını secdeye koyup da ibadet ettikleri yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi…