Türkiye toplumu, 31 Ekim 1973’te vefat eden Mâlik bin Nebî’yi Türkçeye çevrilen ondört eseri yanında onun özgün fikirlerini esas alan makale, tez ve kitap çalışmalarından tanımaktadır. Yüksek düzeyde sorumluluk bilincine sahip, çağının tanığı, dava sahibi bir düşünür olan Mâlik bin Nebî hakkında İngilizce bir yüksek lisans tezi hazırlayan, Malayca müstakil bir kitap da yazmış olan Fevziye Bariun’un, üstadın “İslam ümmetinin fikrî problemleri”ni analiz edişine güzel bir örneklik teşkil eden makalesini özetle iktibas etmekte yarar görüyorum.
Malezya’nın Selangor eyaletinde bulunan International Islamic University (Uluslararası İslam Üniversitesi) araştırmacısı iken Mâlik bin Nebî hakkında akademik çalışmalar yapan Fawzia Bariun, üstadın İslam ümmetinin fikrî problemlerine ilişkin görüşlerini özetleyen İngilizce bilimsel makalesini 1992 yılında neşretmişti. Hâlen Amerika’da Michigan Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan Fevziye Bariun’un makalesinin ilk kısmını, Özlem Ertuğ’un İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi’nde 1993 yılında yayımlanan çevirisinden okuyalım.
Çözüm arayışında ilk aşama: Problemi doğru analiz edebilmek
“Binnebi’nin birey ve toplumun bozuk yapısını analizi, ümmetin açmazlarının farklı yönlerini açıklama teşebbüsüdür. Her ne kadar düşünceleri temelde olayların akışını etkileyebilecek olan entelektüellere ve bazen de resmî görevlilere yönelik ise de bunlar geçmişte olduğu gibi şimdi de geçerlidir.
Son çeyrek asırdır Müslüman ve gayrimüslim bilim adamları İslam ümmetinin gerilemesinin nedenlerini araştırmaktadırlar. Bu bilim adamları farklı görüş açılarına, farklı siyasi ve kültürel yönelimlere sahip oldukları için, her grup konuya kendi anlayışına göre yaklaşma eğilimindedir. Ne var ki, yazarların bu derdin çok yönlü emarelerini sınıflandırmaktan öteye geçmelerini engelleyen önemli metodolojik kusurları bu araştırmalardan çıkacak sonuçları da boşa çıkarmaktadır.
Gayrimüslim bilim adamlarının çoğu, İslam dünyasının geri kalmışlığını İslamiyet’in kendisine atfeder. Bu konudaki muhtelif yazılar “ilmî” ve “akademik” olarak adlandırıldığı halde, çoğu gerçekten objektif olmaktan uzak ve savunma kabilindendir (s.62).
Müslüman düşünür ve ıslahatçılar, ümmetin dağıldığı gerçeğini kabul etmekle birlikte, farklı bir sonuca varmışlardır: İslam değil, ama Müslümanlar değişmek zorundadır. Birçok siyasi ve kültürel çevre için, bu değişimin neden ve nasıl gerçekleşmesi gerektiği soruları, onu kimin omuzlayacağı sorusu gibi büyük ölçüde neticesiz ve eksik kalmıştır. Temel zayıflıklardan biri de çalışmaların çoğunun analitik değil tanımlayıcı olmasıdır. Yapılan analizler de daha çok teorik ve yüzeyseldir. Entelektüellerin çeşitli düzeylerde hürriyetten mahrum olmaları, problemlerin nedenlerine parmak basabilme ve kavramlar ve kurumlar ile ilgili yanlışları açıkça tartışabilme yeteneklerine gölge düşürmektedir. Buna ilave olarak, Batı’nın askerî zaferlerinin ve diğer kültürler karşısında sağladığı fikrî üstünlüğünün yol açtığı kendine güvenin kaybıyla savaşan Müslüman entelektüeller arasında, “diğer görüşleri” reddetmek hâlâ yaygın bir davranış biçimi olmaya devam etmektedir.” (s.63).
İslam’ın tarih ve medeniyetteki kurucu rolüne içtenlikle güvenmek
“Malik Binnebi (1905-1973), eğitimi açısından Batılı bir üründür. Bir Müslüman olarak güçlü inancı, onun bütün kültürel ve entelektüel eğitimlerine hâkimdi. Hem Fransa’da hem de ülkesinde vatandaş muamelesi görmesi -bazı bilim adamlarının adlandırmasıyla- “kültürel şizofreni” çekmesine neden olmuşsa da, Binnebi İslam’ın tarih ve medeniyetteki rolüne olan inancını korudu ve ondan ilham aldı. Fransa’da, Doğu ve Batı’nın, Afrika ve Avrupa’nın, İslamiyet ve Hıristiyanlık’ın zıt dünyalarında yaşadı. Binnebi, İslam ve Hıristiyanlık gibi temel bir antitezi kafasında çözmeyi başardı. İslam’ın temelden tehdit altında bulunduğu yolundaki Batı faraziyesini reddederek, İslam dünyasının çökmesinin İslam’a değil, ümmetin tarihteki uygulamasına atfedilmesi gerektiği sonucuna vardı. İslam’ın, Müslümanların büyük bir medeniyet kurmasını sağlayan aklı, araştırmayı veözgür iradeyi teşvik ettiği gerçeğini belirterek tezini doğruladı (s.63).
Binnebi’nin kitaplarındaki ana tema medeniyettir. Diğer Arap entelektüeller gibi terakki (ilerleme), tekaddüm (gelişme) ve nehda (rönesans, yeniden doğuş) gibi terimleri kullanmamıştır.
İnsan hayatının sosyal yönü hakkındaki görüşünü ifade etmek için, bilinçli ve dikkatli bir şekilde hadâra (medeniyet) terimini seçmiştir. Aralarında otobiyografisi Müzekkirâtu Şehîdi’l-Qarn (Asrın Şahidinin Anıları) ve ez-Zâhiratu’l-Qur’âniyye (Kur’an Fenomeni)’nin de bulunduğu kitapları, genellikle Müşkilâtu’l-Hadâra (Medeniyetin Problemleri) üstbaşlığını taşır.
Binnebi’nin medeniyeti bir kriter olarak kullanması “Herhangi bir insanın problemi, o medeniyetin problemidir.” temel tezinden ileri gelir. Medeniyet problemini “bir dizi olay, tarihin bize ulaştırdığı bir öykü” olarak değil, “analizlerle bizi iç kurallarına ulaştırabilecek bir fenomen” olarak inceler. Ümmetin çöküşünü, entelektüel meselelerin bütün problemlerin özü olduğu tezine dayanmadan teşhis etmesini sağlayan bu anlayıştır.” (s.64).
İbn-i Haldun’un teorisini geliştirip ileriye taşıyabilmek
“İbn-i Haldun Mukaddime isimli kitabında, insan toplumunu ilmu’l-’umrân (toplum ilmi) adını verdiği farklı bir sosyolojik ve antropolojik incelemeye konu etmiştir. Bazı araştırmalar Binnebi’nin medeniyet üzerine fikir üretmede İbn-i Haldun’dan sonra gelen en özgün Arap düşünürü olduğunu ileri sürmektedir.
Binnebi’nin sosyal gelişme hakkındaki fikirleri ile İbn-i Haldun’un fikirleri arasında açık bir benzerlik vardır. Ancak Binnebi yalnızca İbn-i Haldun’u dikkatle incelemekle kalmayıp, modern sosyal bilimlerdeki yeni gelişmelerden de akıllıca yararlanmıştır. Binnebi’nin Mukaddime’yi okuduğu ve ondan etkilendiği açıksa da, medeniyet üzerindeki kendi felsefi görüşleri İbn-i Haldun’un görüşlerinin ötesine geçmektedir.
Binnebi kitaplarının çoğunda, özellikle Şurûtu’n-Nahda kitabında her medeniyetin üç aşamadan geçtiğini vurgular; doğuş (mîlâd), yükseliş (awc) ve çöküş (ufûl). Bu şekilde İbn-i Haldun gibi medeniyetin devrî bir süreç gösterdiğine inandığını açıklamıştır. Binnebi aslında böyle bir devir kavramının “Üç Nesil” teorisinde İbn-i Haldun tarafından ortaya atıldığını kabul etmiştir. Ancak İbn-i Haldun’un zamanın düşünce ve terminolojisiyle kısıtlanarak bu devir sürecini devlet düzeyiyle sınırladığını savunur. Bu yüzden Binnebi, İbn-i Haldun’un eserini daha çok devletin tekâmülü ile ilgili bir teori olarak görür. Kendisi ise kavramın bütün medeniyeti kapsayacak kadar genişletilmesinin doğru ve yararlı olacağına inanmıştır (Şurût, s.53).
Binnebi genelde, İslam tarihini bu devir teorisi ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ancak İbn-i Haldun’a ait olan, kabilelerin birleşerek (‘asabiye) devleti oluşturacağı, durağan, hareketsiz (istikrâr) hayatın da lüksü (teref) doğurarak çöküşle (inhiyâr) sonuçlanacağı yolundaki görüşü benimsemez. Bunun yerine o kendi üçlü teorisini geliştirmiştir; manevi aşama, rasyonel aşama ve içgüdü (insiyâk) aşaması.” (s.65).
Ruh ile aklın altın dengesini kurarak içgüdüye yenik düşmekten kurtulabilmek
“Manevi Aşama: Binnebi’nin teorisine göre, bir kişi doğal durumunda (fıtrat) iken daha çok tabii içgüdüleri tarafından yönetilir. Ruhani bir düşünce ya da din ortaya çıktığında bu durum zabt u rabt altına alma vetîresine sokar. Bu ise içgüdülerin yok edileceği anlamına gelmeyip, onların bu ruhani görüş veya dinle bağdaşacak şekilde yeniden şekillendirileceği anlamına gelir. Böylece manevi gücü hayatını yönetirken, kişi fıtratından kısmen kurtulmuş olur. Bu teoriyi İslam tarihine uygulayan Binnebi, ruhani dönemin Rasulullah’ın (s) Hira’da ilk vahyi almasından Sıffîn Savaşına kadar sürdüğü görüşündedir. Bu dönemin ruhani kuvveti şu iki önemli vak’ada gözlenebilir:
Bilal’in bu yeni çağrıya bağlılığı sayesinde zulüm ve işkencelere tahammül edebilmesi ve bir kadının Nebi’ye (as) gelip zina yaptığını söyleyip, cezasını çekerek günahlarından arınmak istemesi. Binnebi bu konuyu şu sözlerle sonuca bağlar: “İnsanlığa medeniyeti kurmasını sağlayacak yükselme ve ilerleme fırsatını ancak ruh verir. Ruh yitirildiğinde medeniyet çöker, çünkü yükselme kabiliyetini kaybeden kişi yerçekiminden ötürü batmaya mecburdur.” (Vichet, s.30).
Rasyonel Aşama: Toplum, dinî vecibelerini yerine getirmeye ve iç bağlarını kuvvetlendirmeye devam ettikçe din bütün dünyaya yayılır. Binnebi’ye göre “İslam medeniyeti, bir itici güç olarak ruhların derinliklerinden hız alarak, Atlantik kıyısından Çin seddine kadar yayılmıştır…” (Şurût, s.53).
Bu bağlamda İslam toplumu genişler ve yeni oluşturulan ihtiyaç ve gayeler toplumun özgün üretim kapasitesine hız ve canlılık kazandırır. Bilim ve sanat geliştiği için akıl yönetici güç haline gelir ve toplum, medeniyet döngüsünün zirvesine doğru yükselir. Ancak Binnebi’ye göre akıl, içgüdüyü ruh gibi etkili bir şekilde kontrol altında tutamaz. Bu nedenle içgüdü yavaş yavaş özgür kalmaya başlar ve toplumun birey üzerindeki kontrolü zayıflar.
Bu analizi İslam medeniyetine uygulayan Binnebi, Emevi dönemini akıl aşamasının örneği olarak görür. Bu dönemi siyasi açıdan “yoldan çıkmış bir medeniyet” olarak tanımladığı halde, ondalık sistem ve tıpta deneysel metot keşfedildiği için insanlığın bu döneme çok şey borçlu olduğunu belirtir (s.66).
İçgüdü Aşaması: Toplum, üyelerinin içgüdülerini daha fazla kontrol edemeyince kaçınılmaz hâle gelen zayıflık ve çürüme bu döneme damgasını vurur. Binnebi’ye göre akıl bu aşamada sosyal işlevini kaybederek, verimsizliğe ve belirsizliğe girmiştir. Medeniyetin devri sona ererken, toplum “tarihin karanlığına” sürüklenir. Bu aşama Moğol istilasından önceki devre rahatlıkla uygulanabilir. Binnebi dönüm noktası olarak, İbn-i Haldun’un yaşadığı çağa rastlayan ondördüncü asrı seçmiştir. Bu dönem ahlaki, siyasi ve entelektüel çöküş ile tasvir edilir…” (s.67).
Merhum üstadın Müslümanlara konum ve görevlerini hatırlatma çabasını bir ömür azim ve sebatla sürdürdüğüne şahitlik eden bu haftaki yazımızı, İslam medeniyetinin yılmaz savunucusu büyük mütefekkir Mâlik bin Nebî’nin büyük bir dikkatle gözlemlediği Müslüman topluma ilişkin şu veciz tespitleriyle noktalayalım:
“Seçkinleri istiklalin mesuliyetini üstlenmeye hazır olmayan halklar için hürriyet ağır bir elbisedir.”“Ölüm uykusuna yatmış milletlerin tarihleri yoktur. Olsa olsa, efsanevî zorbaların veya mitolojik kahramanların büyüleyici çehrelerinin cirit attığı kâbusları veya rüyaları vardır.”“Sömürgeleştirilmeye müsait kalındığı sürece sömürgeleştirilmekten kurtulmak mümkün değildir. İnsanlar, kendilerini sömürgeleşmeye mahkûm eden aşağılayıcı iç faktörden kurtulduğu zaman dış faktörden (sömürgeciden) de kurtulmuş olacaktır.”“Toplumsal dönüşümün yaşanması için önce toplumu oluşturan kişilerin düşüncelerinin değişmesi gerekir.”“Müslümanların medeniyet kurmasını sağlayan unsur Kur’an’dı. Onun hayattaki etkisi azaldıkça İslam dünyası duraklamıştır.”
Mekânı cennet, makamı âlî, taksiratı mağfûr olsun…
Kaynaklar:
Fevziye Bariun; “Malik Binnebi ve İslam Ümmetinin Fikrî Problemleri”, çev. Özlem Ertuğ. İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, 1993, c. 1, Sayı: 2, s.62-74.Fawzia Bariun; “Malik Bennabi and the Intellectual Problems of the Muslim Ummah”, AJISS, Vol. 9, No. 3 (Fall 1992), pp. 325-337.Mâlik bin Nebî; Şurûtu’n-Nahda. Arapçaya çeviren: Ömer Kâmil Maskavi ve Abdussabûr Şahin, Mektebetü’l-İskenderiyye ve Dâru’l-Kitâbi’l-Mısrî, Kahire 2012/1433, 211 s. (Eser önce Şam’da basılmıştır; Dâru’l-Fikr, Dımaşk 2006, 175 s.).Mâlik bin Nebî; Vichetü’l-Âlemi’l-İslâmî, Arapçaya çeviren: Abdussabûr Şâhin, Dâru’l-Fikr, Şam 1986 200 s. (İslâm Davası (İslam Dünyasına Bakış), Çev. Ergun Göze, İstanbul 1967, 197 s. Keza, Muharrem Tan tarafından yeniden Türkçeye çevrilen bu eser 1992 yılında İstanbul’da Yöneliş Yayınları tarafından 200 s. hâlinde yayımlanmıştır).