Ömer Seyfettin’in ‘Kaşağı’ isimli bir hikâyesi vardır malumunuz.

Bu hikâyeyi ilk kez, hafızam beni yanıltmıyorsa, ilkokul son sınıftayken Türkçe kitabında okumuştum.

Bende derin bir iz bırakmıştı doğrusu…

Zaman zaman empati yapıp kendimi hikâyenin kahramanı yerine koyduğum oldu.

Her seferinde hissettiğim, tanımlanamaz bir acı ile ta en içerimdeki sızıydı…

Efendim, bilmeyenler için kısa bir özet çıkaralım dilerseniz.

İki kardeşin dramı anlatılıyor bu hikâyede…

Anneleri İstanbul’a gidince babalarının seyisi ile birlikte yaşadıkları hayattan bir kesit… Kahramanımız ata binmeyi ve hele de onları tımar etmeyi pek seven bir çocuk.

Bir gün annesi, ev halkına İstanbul’dan hediyeler gönderir.

Bunların içerisinde ‘fakfon’ denen gümüş renkli bir kaşağı da vardır.

Seyisin kullanmaya kıyamadığı bu kaşağıyı, ne yapıp edip denemeyi kafasına koymuştur kahramanımız.

Onun bulunmadığı bir sırada kaşağıyı kapıp atı tımar etmeye başlar.

At huysuzlanır… ‘Herhalde dişleri çok sivri’ diyerek kaşağıyı duvara sürter.

Tekrar dener ama at yine tepki verir.

Kızgınlıkla az ilerideki çeşmenin başına giderek kaşağıyı yalağın taşına koyar ve üzerine başka bir taşla vurarak parçalar.

Bir süre sonra seyis kaşağıyı bulur ve bunu kimin yaptığını soruşturmaya başlar.

Kahramanımız inkâr etmekle yetinmeyip, bile isteye işlediği suçu, kardeşinin üzerine atar.

İsmi Hasan olan sarı saçlı çocuk, bu ithamı reddedince babası onu tokatlar ve ahıra girmesini yasaklar…

Aradan bir yıl geçmiştir.

Ahıra girmesi hâlâ yasak olan Hasan hastalanır.

Doktor, ‘Kuşpalazı’ olduğunu ve kısa bir süre sonra öleceğini söyler.

Kahramanımız büyük bir vicdan azabına gark olmuştur adeta.

Kardeşi iyice fenalaşınca, bakıcısına gidip bir itirafta bulunacağını ve Hasan’dan af dilemek istediğini söyler.

Cevap, ‘yarına söylersin’ olur.

Ertesi sabah artık çok geçtir!

Zira Hasan ölmüştür…

Neden mi anlattım bu hikâyeyi?

Bu sıralar, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hükümet ve Başbakan’a yönelik aynı merkezden kumanda edildiği açıkça belli olan ve ardı ardına sıralanan ‘otoriterlik’ iddialarının ardına gizlenen terör hadiselerine yapılan güzellemeler hatırlattı bu hikâyeyi…

Kimileri bilerek, bazıları da bilmeyerek meşum odağın değirmenine su taşımadalar şu sıralar.

Bu işi bilerek yapanlar, şüphesiz ki, attıkları yalanların ve iftiraların sonuçlarını şimdiden kabul etmiş durumdadırlar.

Şu bir gerçek ki, bu gönüllü tetikçiler, kardeşi Hasan’a iftira ederek onun tokat yemesine ve cezalandırılmasına vesile teşkil eden hikâyenin kahramanından çok daha ağır bir vicdan azabına duçar olacaklardır.

Kim bilir, belki de tarih, onları 27 Mayıs aydınlarıyla (!) birlikte anacaktır.

O gün, tıpkı hikâyede cereyan ettiği gibi, ‘artık çok geç!’ pişmanlığı beş para etmeyecektir.

Hoş, bu sözler de bir kulaklarından girip ötekisinden çıkacak ya, neyse…