Anlatmak diye bir derdimiz yok zannediyorum artık. Söylemeyi, üslubu, dili ve yöntemi bilmekten bahsetmiyorum. Hem insan çoğu zaman konuşmasa da söyler, söz olmadan da anlatır. Bizim esas mevzumuz anlatmayı bilmemek değil bence, anlatmaktan vazgeçmiş olmak. Ve ben zannediyorum ki ve ısrarla söylüyorum; anlatmak diye bir derdimiz yok artık bizim. Hakkı, doğru bildiğimizi, asırlardır bir bir ve bin bir gayretle örülmüş mefkûreyi, derdi anlatmak diye bir derdimiz yok artık. Ya da ben öyle zannediyorum. Ve inşallah da sadece benim zannımdır bu.

Bu yaşadığımız zaman bize şunu öğretti ki tarih denen deryada güçlü olanlar değil de haklı olanlar ve hakkı olanlar hiç silinmiyor ve kimsenin gücü de silmeye yetmiyor. Ama o unutturulamayanlara bir bakmak lazım. Hatırlamak ve anlamak lazım… Onların bir derdi vardı ve bence mukaddes bir dertti bu. Anlatmak istiyorlardı. Kendi içlerini, sineleri yakan, geceleri uykularına karabasanlar indiren, gündüzleri bir yara gibi kıvrandıran bir dertleri vardı. Ve bence bu derdin adı anlatmaktı. İsmine nizam-ı âlem davası dendiği oldu, i’la-yıkelimetullah dendiği oldu, daha pek çok tabir bulundu ama bence en özet ve en kısa ismiyle dertti bu. Yoksa çok uzak diyarlara kadar çıkıp da gitmek, hiç tanımadığın insanlar için yurdundan, vatanından ve hatta kendinden vazgeçmek öyle sıradan ve sadece dünyalık bir dava için olamaz, olmadı ve olmuyor.

Bizi bu topraklara kadar getiren şey siyasi bir ihtirasın hastalıklı bir yansıması değildi. Bir yerde hüküm sürmek derdi olanlar yoktu demiyorum, elbette vardı ve olması da normal ama esas dert bu değildi. Devlet adamları yetiştirmek ayrı bir maksat farkındayım ama gönül adamı yetiştirmek ve hatta gönül deryasında ıslanmış devlet adamı yetiştirmek bambaşka bir gayenin tezahür etmiş haliydi. Ve bunu yapabilmiştik. İnandığımızın uğrunda gidebildiği kadar ileri giden, gönül almayı çoğu zaman şehir almaya ve güç bulmaya tercih eden adamlardı bunlar. İnandığını, bildiğini bilmeyene anlatmak diye bir ateşin tam ortasında yananlardı. Ne zaman ki dünya için yola düşmeye başladık biz, işte o zaman bu iddiamızı yitirdik. Ne zaman ki anlatmaktan vazgeçtik, tercih ettiklerimize esir olduk biz. İnanmadık ya da inanmaktan vazgeçtik diyemiyorum elbette ama biz tarihin hiçbir anında sadece inandığımız için var olmadık, benim kanaatimce inandığımızı inandığımız gibi, kırmadan, zorlamadan, can almadan, yakıp yıkmadan anlattık diye gönül verdik ve gönül aldık diye varlığımızı koruduk.

Ve şimdi, tam da bugün biz günlük kavgaların, hamasi cümlelerin ve bir fikir olamamış, hiçbir teraziden geçememiş dünyalık sözlerin etrafında dolaşıp, siyasi birkaç figürün sırtına bütün varlığımızı yükleyip de esas gayemizden vazgeçiyoruz. Güç bizde doğrudur, elimizde dünyalık ne diliyorsak var belki de hakikat ama şu da var ki haklı olduğumuz ve hakkı konuşup da bu gücü o yolda harcadığımız meselesinde tek tereddüdü olan da muhakkak ki sadece ben değilim.

Korkuyorum kâri, korkuyorum. Bunca sahip olduklarımız, bize sahip oluyor diye korkuyorum. Referans alıp ismini söylediğimiz onca ecdadın adını sadece kendi ihtiraslarımız için mi kullanıyoruz acaba diye soruyorum kendi kendime? Ve inan ki hoşuma gidecek bir cevap bulamıyorum. Dünyaya söyleyecek bir sözümüz kalmadı ya da ecdadın çok iyi bildiği o lisanı biz artık bilmiyoruz diye korkuyorum.

Ve ben anlatmak diye bir derdimiz yok zannediyorum artık…