Avrupa Birliği, kurulduğu günden bu yana uluslararası siyasette “kendine has” bir aktör olarak görülmektedir. Ne bir ulus-devlet ne de sıradan bir uluslararası örgüt olan AB; ulusüstü kurumları, ortak yasaları ve vatandaşlık yapısıyla dünya siyasetinde özgün bir yer edinmiştir. Bu özgün yapı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında Avrupa’da barış ve refahın korunmasına önemli katkı sağlamış; birlik fikrine olan inancı güçlendirmiştir. Ancak günümüzde hem iç dinamiklerin oluşturduğu baskılar hem de küresel güç dengelerindeki değişim, AB'yi derin bir sınavla karşı karşıya bırakmaktadır.

Ekonomik başarılarını dış politika ve savunma alanlarına taşıyamayan AB, bu eksikliği ciddi bir stratejik zafiyet olarak yaşamaktadır. Üye devletlerin dış politika ve savunma gibi egemenlik alanlarında yetki devrine sıcak bakmaması, birliği askerî açıdan zayıf ve ABD’ye bağımlı hâle getirmiştir. 2008 küresel ekonomik krizi, ardından gelen borç yükü ve dayanışma eksikliği, iç ayrışmaları daha görünür kılmış; 2016’daki Brexit kararı ise bu sürecin sembolik bir kırılma noktası olmuştur. Aynı dönemde ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle transatlantik bağlar zayıflamış, Avrupa güvenlik açısından daha da yalnızlaşmıştır.

2025 sonrası dönemde ABD’nin yeniden içe kapanma eğilimi, Çin’in yükselişi ve Rusya’nın agresif dış politikası, Avrupa'yı kendi güvenliğini sağlama sorumluluğuyla baş başa bırakmaktadır. AB’nin bu doğrultuda attığı adımlar olsa da hem mali kaynakların yetersizliği hem de siyasi birlikten uzaklık, bu sürecin önündeki temel engeller olmaya devam etmektedir.

Bu jeopolitik denklemde Türkiye yeniden stratejik bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Tam üyelik süreci yıllardır donmuş olsa da; göç yönetimi, enerji güvenliği, savunma sanayisi ve bölgesel istikrar gibi alanlarda Türkiye ile iş birliği AB açısından giderek kaçınılmaz hâle gelmektedir. Türkiye'nin jeostratejik konumu ve artan bölgesel etkisi, AB'nin artık göz ardı edemeyeceği bir güç unsurudur.

Bugün temel mesele, tam üyelik idealinden çok, karşılıklı çıkarlara dayanan çok katmanlı ve esnek bir ortaklık modelinin inşasıdır. AB, normatif öncelikler yerine jeopolitik gerçekliklerle yüzleşmeli; Türkiye ise Batı dışı alternatiflerle ilişkilerini derinleştirirken Avrupa ile dengeyi korumalıdır. Tarafların geleneksel pozisyonlarını terk edip yeni bir stratejik anlayış geliştirmeleri durumunda, bu iş birliği yalnızca iki taraf için değil, küresel istikrar açısından da ciddi kazanımlar sağlayacaktır.

Avrupa Birliği, çok kutuplu bir dünya düzeninde kutuplardan biri olmayı ve kendi güvenliğini sağlamak istiyorsa Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek zorundadır. Buradaki esas mesele, AB elitlerinin Türkiye’ye karşı yerleşik ve dışlayıcı bakış açılarını terk ederek, yeni jeopolitik gerçekler ışığında işlevsel ve stratejik bir ilişki biçimi geliştirip geliştiremeyecekleridir.