Susmanın mukaddes olduğuna inananlardanım ben kâri. Susan insanların bir efsunu olduklarına inananlardanım. Hatta onların ama gerçekten susmanın sırrını bilerek susanların aslında sustuklarında konuştuklarına ve konuştuklarına sustuklarına inanıyorum.
Abartmıyorum, hayır. Bence susmak, susabilmek çok asil bir hal. Ve bence yazmak konuşmaktan değil susmaktan bir cüz. Onun bir parçası ve biraz daha ileri götürüp diyorum ki söyleyenler değil susanlar yazar.
“Bazı şeyler söylenmediğinde kıymetlidir” diye yazdığımı hatırlıyorum. Halen dahi öyle olduğunu zannediyorum ben. Aşk gibi sır gibi. Söylenince kaybolan şeyler var. Bazen susmak gerektiğini ve hatta susabilenlerin daha çok şey anlattığına kaniyim ben. Ama elbette anlayabilenlerin anladıkları kadar her şey. Her zaman çok fazla söylemek çok fazla anlatmak anlamına gelmiyor. Anlaşıldığın kadarsın yani. Sadece o kadarsın. Ve sustukları konuştuklarından daha kıymetli oluyor bazı insanların.
Sesi çok fazla ve yüksek çıkanlar her zaman bir şey ya da manalı ve kıymetli bir şey söylemiyorlar. Böyle hâllerde kendimce bir yol buluyorum ben ve “Çok konuşana çok susuyorum.” Dinlemek de dinlenmektir fehvasınca dinlenebileceklerimi dinliyor gerisine sadece sükût ediyorum.
Şunu demeye çalışıyorum aslında; insan konuşmayı büyüdükçe öğreniyor belki ama sustukça büyüyor. Ve arasında fazla hem de çok fazla bir fark var.
…
Şeyh Sadi “İki şey insan için ziyandır; susması gerekirken konuşmak ve konuşması gerekirken susmak” diyor.
Peki ya Sâdi-i Şirazî’nin söylediği o an gelse ve içimizde sakladıklarımızı dökmek zorunda kalsak. İşte o zaman tam bu zaman diyebilsek. Yine de mi susarız? Bazı şeyler saklanamaz, saklayamazsın. “İnsan dilinin altında gizlidir” diyor eskiden yaşamış insanlar. Söylemezsen çıkmıyorsun ortaya. Söylemezsen varlığının farkına bile varmıyorlar. İçimden “nereye kadar saklanacak, susacaksın?” demek geliyor “söylemezsen hiç olmamış gibi geçip gidecek, kimse fark etmeyecek. Ve bil ki insan sustuklarından da hesaba çekilecek…”
…
“Sus” kelimesinin garip bir hikâyesi var. Kendi de suskun bir kelime. Sessiz, sözsüz. Kelime bile değil hatta. Ses sadece. Türkçe bir kelime ve hani işaret parmağımızı dudağımıza götürüp de “şış” diyoruz ya. İşte tam oradan türemiş gelmiş. Kendi de suskun. Eski metinlerde “susmak” diye değil de “sus olmak” diye kullanmışlar ve bence çok daha güzel. “Sus olmak” bayıldım buna.
Bir de “Hâmûş” var. O da benzer manada. Susmak, sessiz olmak anlamından “susan, sessiz olan” manasında bir kelime. Divan edebiyatını sevenler çok karşılaşacaktır bu kelimeyle. Ama “susmak” anlamından çok “ölüm” anlamı çıkacaktır karşınıza. Ölülere “suskun” anlamında “hâmûş” diyor eski metinler “hâmûşân” şeklinde de çoğulunu kullanıyorlar.
…
Yani susmak denen şey sadece sessiz olmak, söylememek falan değil. Bazılarının cümleleri vardır, büyük cümleleri, can yakan cümleleri ve söyleyemeden ölür giderler. “Hâmûş” olurlar yani. Cümleleriyle göçüp giderler.
Ama olsun Allah cümlemizi korur.