ABD hükümetine yakın kaynaklardan yapılan açıklamalara göre, ABD’nin Ortadoğu’daki iki önemli müttefiki Türkiye ve PYD birbiriyle savaşmaktadır ve bu savaş ABD’nin çıkarlarına büyük zarar vermektedir. Bu kaynaklar açıkça, Afrin operasyonunun Rusya, İran ve DAEŞ’in bölgesel etkinliğini artıracağına ve İsrail’in güvenliğinin riske edeceğini belirtmektedirler. Görüldüğü üzere, ABD’nin Ortadoğu’yu kapsayan siyasetinde, “anahtar müttefik” olarak tanımladığı Türkiye’ye ve onun endişelerine karşı herhangi bir politikası söz konusu değildir. ABD’nin bu süreçte Türkiye’den talep ettiği, PYD ile birlikte DAEŞ’e karşı etkin bir mücadele vermesidir. Zira ABD’ye göre bölgedeki tehdit unsuru PYD değil, DAEŞ’tir. Bu pencereden Afrin’e bakan resmi ve gayri resmi çevreler Türkiye’nin, DAEŞ’e karşı verilen mücadeleyi zayıflattığı şeklindeki ifadeleri kamuoyuyla paylaşmaktadırlar. Ayrıca PYD ile PKK arasında organik ve fonksiyonel bir bağın bulunmadığı ve bu iki örgütün birbiriyle karıştırılmaması gerektiği yönündeki bir bakış açısını yapılan açıklamalarda tespit etmek mümkündür.

ABD’nin resmi ve gayriresmi çevrelerine göre PYD, DAEŞ’e karşı Suriye’de başarılı bir mücadele vermiş sivil bir harekettir ve bu nedenle ABD tarafından terörle etkin mücadele kapsamında desteklenmiştir. Fakat CIA’in aynı görüşte olmadığı anlaşılmaktadır. CIA’in resmi internet sitesinde, PYD’nin PKK’nın Suriye kanadı olduğu açık bir şekilde yazmaktadır. Diğer bir ifadeyle ABD istihbaratı, PYD’nin PKK’nın bir uzantısı olduğunu kabul etmektedir. Bu çelişkili duruma rağmen ABD hükümetinin resmi siyasetine dönüşen PYD’yi DAEŞ ile mücadele kapsamında parlatma planı, Türkiye’nin askeri müdahalesiyle suya düşmüş görünmektedir. Bu konu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerine de yansımıştır. Erdoğan olan biteni “DAEŞ bahanesi” olarak nitelendirmiştir. Hatta Erdoğan’ın, PYD ile DAEŞ arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, “her iki örgütün de ipini elinde tutanlar” vurgusu önemli bir noktaya işaret etmektedir. Bunun anlamı şudur: “ABD siyaseti, PYD/YPG/PKK ve DAEŞ gibi terör örgütlerini kullanarak, bölgesel planlarına zemin hazırlamaktadır ancak Türkiye bu durumdan haberdardır ve rahatsızdır.”

Afrin konusunda Türkiye’nin diplomasi yoluyla ikna edilememesi üzerine, bu defa demokrasi, insan hakları ve sivil toplum gibi kavramlarla, Türkiye üzerine olumsuz bir imaj çalışmasının basın yoluyla yürütülmesi devreye girmiştir. Böyle bir araca başvurulmasının en önemli nedeni, Türkiye’deki siyasi partilerin, basın ve sivil toplum kuruluşlarının Afrin harekâtına açık bir şekilde destek vermeleridir. Sağlanan bu milli mutabakat, PYD/PKK’nin Türkiye’nin güvenliğine oluşturduğu tehdidi demokratik ve diplomatik usullerle aşılamayacağı noktasında hemfikir olduğunu göstermiştir. Bu noktada CHP içinden ÖSO ile ilgili gelen itirazlar ve karşı çıkışlar ciddi bir ayrışma sinyali olarak görülse de, bu itirazlar kurumsal bir bakış açısına dönmediği müddetçe önemli bir sorun teşkil etmeyecektir.

Kamuoyunda sergilenen ortak tavır, doğal olarak iç siyasete yönelik hamleleri büyük ölçüde saf dışı edeceğinden, ikinci yol olarak uluslararası kamuoyu yoluyla Türkiye’nin geri adım atması sağlanmaya çalışılmaktadır. Buradaki temel sorun, Obama yönetiminden bu yana ABD’nin Suriye’de yürütmüş olduğu kararsız ve karmaşık politikadır. ABD’nin, Suriye konusunda kendi iç yönetim mekanizmalarıyla sağlayamadığı karar birliği, maalesef, bölgedeki tansiyonun yükselmesinin tetikleyicisi olmuştur. Bir bakıma, bugüne kadar bir taraftan Türkiye’yi, diğer taraftan PKK/PYD’yi idare etme siyaseti iflas etmiştir.

ABD’nin Türkiye’ye baskıyı artırmak amacıyla her türlü lobiciliğe başvurma tarzı, fark edileceği üzere, Türkiye aleyhine birleşmekten ziyade, ABD aleyhine farklılaşmaya ve bölünmeye yol açmıştır. Sonuç olarak, ABD’nin bugünlerdeki Suriye siyaseti, umulduğu üzere Türkiye’yi değil, ABD’yi yalnızlaştırmıştır.